KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Zeliha söylene söylene yatağından kalktı, perdeden sızan aydınlığa bakılırsa gün ışımıştı. Uzun boyu, kuru vücuduyla bir anda dikeldi ama beline saplanan ağrıyla tekrar yatağın kenarına oturdu. Belini biraz ovuşturdu ya, duracak zaman yoktu. Hemen yatağın ucundaki çiçek desenli penye eteği, yatak kıyafetinin üstünden başından geçirerek giydi, üst pijamasını çıkararak koyu lila renkli yakası boncuk işlemeli penye bluzunu sırtına geçirdi, yere düşmüş olan oyasıyla uyumlu çiçekli koyu renk yazmasını başına örttü ve yazmanın uçlarını yanaklarının iki yanına sıkıştırdı.
Her gün olduğu gibi bugün de çok işi vardı. Banyoya gitti, uzun boyundan dolayı eğilerek; lavabonun üstüne çivilenmiş mavi plastik sabunluğun üstünde asılı mavi plastik çerçeveli, sırı döküldüğü için bazı yerleri dalga dalga kararmış aynada yüzüne şöyle bir baktı, sıcak suyu hızlı hızlı yüzüne çarptı. Çok yıkanmaktan, rengi beyazdan griye dönmüş, havları sönük sert havluyla elini yüzünü kuruladı, kızının odasına girdi. Kız, duvara doğru yan dönmüş yatıyordu; kumral, dalgalı saçları yastığına serilmişti, tek bacağı yorganın dışındaydı.
“Esra, uyandın mı?” diye yavaşça seslendi, kızdan ses çıkmayınca mutfağa yürüdü.
Modası geçmiş, pembe kaplama mutfak dolapları, gözüne daha bir battı sabah sabah. Kullanılmaktan kararmaya yüz tutmuş çelik demliği musluktan doldurup çay suyunu ocağa, bir avuç kuru çay attığı küçük demliği de diğerinin üstüne koydu. Üstü geometrik desenli muşamba örtülü masaya, buzdolabından çıkardığı kahvaltılıkları dizmeye başladı. Masanın üstü önceki günden iyice silinmediği için yapış yapıştı. Mutfak evyesinin kenarındaki çok kullanılmaktan dokusu bozulup yıpranmış sarı bezi alarak masayı silmeye başladı. Canı sıkkındı.
Kızı yirmi bir yaşındaydı, geçen dört yıl içinde iki kez nişanlanmış, ikisinde de nişanı atmış, sonra ikinci nişanlısıyla tekrar nişanlanmıştı ama çocuk bir yıldır hapisteydi. Her ne kadar konu komşudan soranlara “Suçu yok, iftiraya kurban gitti, cadı üvey anası yüzünden babası da sahip çıkmıyor, çocuk sahipsizlikten bu halde.” dese de yüreğinin derinliklerinde bir yer, kızının ısrarlarına dayanamayarak onayladığı bu nişan, sonrası evlilik işi yüzünden sızlayıp duruyordu. Bir de ne akılsa, nişan sonrası hemen resmi nikâh yapmalarına da ses çıkarmamıştı. “Ananın bahtı, kızının çeyiziymiş, derler.” diye düşünüp kızını kucağına aldığı ilk dakikadan beri korktuğu bu meşum ihtimalden aklını uzaklaştırmaya çalıştı. “Şu yalan dünyada ne zaman gün yüzü gördüm Allah aşkına?” dedi içinden, dolan gözlerini ovuşturarak olası bir yağmuru öteledi.
On yedi yaşında, kızının ilk nişanlandığı yaştayken evlenmişti. Uzaktan akrabası olan, ailesiyle İstanbul’da yaşayan kocasını bir kez nişanında, ikinci kez de düğününde görmüştü. Şimdiki gibi cep telefonları, görüntülü görüşmeler neredeydi o zamanlar… O da mahallesindeki bütün akranları gibi umutla, hevesle nişanlanmış, çeyizli çemberli, düğünlü dernekli evlenip İstanbul’a kocasının evine gitmişti. Kaynana, kaynata, kayın, görümce hepsi bir aradaydılar. Anasının öğrettiği gibi iyi bir gelin, iyi bir eş olmaya çalışmıştı, oldum olası eline ayağına çabuktu, öyle hızlı hareket ederdi ki anası ona hep “Deli gelmeden yeli gelir.” derdi. Koca evinde de üstüne ne iş düştüyse yapıp her işe yüksünmeden koşmuştu.
Kocası, kendisini sevdi mi; kendisi, kocasını sevdi mi, o zaman da bilememişti, şimdi de bilmiyordu. Ne derdi annesi: “Peyniri deri saklar, kadını eri saklar.” Eri, kendisini saklayacak kadar sahiplenmemişti. Biraz inatçı yapısı olsa da inatçı yapısını görecek kadar bile zaman dolmadan, düğünden birkaç ay sonra, kocası getirip Zeliha’yı baba evine bırakıp gitmişti, üstelik iki aylık hamile olduğunu bildiği hâlde. O korkunç gün aklına geldiğinde iliklerine kadar kuruduğunu hissediyordu. “Gezmeye, ana babanın elini öpmeye gidiyoruz.” diye getirmiş, aynı gün içinde “Çarşıda biraz dolaşacağım.” diyerek eve bile girmeden otobüse binip İstanbul’a geri dönmüştü. Aylar geçip hiç ses seda çıkmayınca ayrılma niyeti ortaya çıkmış, ne oldu, neden oldu anlayamadan şehirlerarası otobüsün bagajına verilen üç beş kutuya doldurulmuş çeyizinin yola çıktığı haberiyle her şey netleşmişti, zaten resmî nikâhı olmadığı için kocası tek taraflı evliliği bitirmiş, noktayı koymuştu. Zavallı anası dizlerine vura vura aylarca ağlamış; yarı deli sarhoş babası, Zeliha’nın mağduriyetine duyarsız kalmış, yıllarca sevmeden bir arada yaşadığı karısı ile kızını iç dünyasında bir tutmuş, bu konudaki sessizliğiyle adeta “Seni de ananı da hangi erkek ister, hangi adam sever?” der gibi davranmıştı. İki erkek kardeşi de zaten kendilerinden, karılarından, çocuklarından, ceplerinden, keselerinden başka hiçbir şeye vefası, sadakati olmayan tiplerdi. Eve gelip gittikçe laf sokmaktan, dedikodu konusu çıkarmaktan başka bir şey yapmamışlardı karılarıyla beraber. Bir tek Almanya’daki ablası, her zaman, her konuda imkânları elverdiğince bacısına destek olmuş, yalnız bırakmamıştı.
O günler çok zordu, günden güne büyüyen karnı ile terk edilmiş olduğu halde, konu komşuyu, ‘gebeliğini anasının yanında geçirmesi için burada olduğu’ yalanıyla oyalamışlardı. Aylar geçip koca tarafından gelen giden olmayınca kimse artık bu yalanı yutmamıştı. Zaten ele gerek yoktu, kendi en yakın akrabaları elden önce, elden çok bu işlerin izini sürüp lafını sözünü etrafa yaymaya, açık bulup ortaya çıkarmaya yetiyordu. O süreçte anası, her gün işittiği yeni bir lafla nerdeyse bütün akrabalarıyla kötü olmuştu, kızını korumak için. Her ne kadar “El deyince ağza yel dolar.” deseler de elin etmediğini kendi akrabaları etmişti. Zeliha’nın esmerce tenini, oldukça uzun boyunu, kuru vücudunu ya da sert hareketlerini, hızlı konuşma tarzını bile bu boşanmaya sebep gösterenler olmuştu fısıltılı muhabbetlerinde. Bu fısıltılı muhabbetler de bir şekilde kulaklarına değiyordu işte. Zeliha’nın yaşadığı acı zaten kendine yeterdi, bir de bunlarla uğraşmıştı, hâlâ da uğraşıyordu. Bu kadar laf söz kasırgası içinde yıllar geçtikçe daha alıngan, daha kavgacı, asık suratlı, yüzü gülmez biri olmuştu, zaten yaratılıştan asabî birisi iken bu özelliği yıllarla beraber katlanarak artmıştı. Kadın bedeni bile bu duygusal baskılarla sanki içine çekilmiş, vücut hatları yuvarlaktan köşeliye doğru evrilmişti. Göğüsleri neredeyse kaybolmuş, yüzündeki bütün hatlar, eriyen bir balmumu gibi aşağıya doğru meyletmişti. Sokakta uzun boyuyla, dimdik bedeniyle, kollarını bile sallamadan, hızlı hızlı sanki ayağının altında görünmez bir kayar mekanizma var gibi yürürken, sonbahar rüzgârıyla hafif hafif sallanan bir kavağa benzetiyordu kendisini. Son yıllarda, her gün bir yerinden patlak veren sağlık sorunları da davetsiz misafir gibi gelmişti. Safra kesesini beş yıl önce aldırmıştı. Baş, sırt, omuz, kol ve bel ağrıları zaten hiç geçmiyordu.
Keşke anası olaydı da yanında, daha yüz türlü hastalığı olsaydı. Ama on üç yıl olmuştu anasını kaybedeli. Esra’yı anasının yanında, bu evde doğurmuş, anası ile beraber büyütmüştü.
Evlilikte uğradığı hüsran, Zeliha’yı, kızına delice bir tutkuyla bağlamıştı. Esra, Zeliha’ya hiç benzemiyordu; yuvarlak vücut hatlarıyla, sarışına çalan kumral teniyle; sevimli, toparlak yüzüyle annesinden farklıydı. Hele şimdi, Zeliha’nın ceylanıydı, büyümüş serpilmiş, alımlı bir kız olmuştu, annesi bir dediğini ikiletmeden nazla büyütmüştü onu. Üstelik dışarıdaki dünyanın gereklerine uygun davranmayı biliyordu Esra, makyajı, giyimi hiç kimseden geri kalmazdı. Bırak geri kalmayı, bu yeniliğe kapalı mahalleye göre cesur bile sayılırdı. Hayatlarını, hep başkalarını yargılamak, kusurlarını konuşmak üzere kurmuş olan komşular, şimdi de kızının hayatını mercek altına almışlardı. Eve gireni çıkanı, olanı biteni film izler gibi izleyen tipler vardı etrafta. Bunlara aklı ermiyordu Zeliha’nın, ne kadar mutsuzlarsa o kadar başkalarının hayatıyla ilgiliydi o kişiler, sanki kendi mutsuz hayatlarına ne kadar emsal hayat görürseler o kadar tatmin oluyorlar, kimsenin mutlu olmasına tahammül edemiyorlardı. Ama yağma yok, kendisine yapılanın kızına yapılmasına fırsat vermeyecekti, vermezdi. Gerçi Esra’sı akıllı kızdı, kendisi gibi değildi, ne yapacağını, nasıl yapacağını iyi biliyordu. Liseden sonra şehrin üniversitesinde iki yıllık bir bölümü de bitirince özgüveni pekişmiş; önüne çıkan iş fırsatlarını kendisi ve annesi için en iyi şekilde değerlendiren, yaşadıkları evle ilgili, hayatları ile ilgili planlar yapan aklı başında bir genç yetişkin olmuştu. “Şu nişan konusu da olmasa…”
Kızının ilkokula başladığı gün, bugün gibi gözünün önündeydi Zeliha’nın, ortaokul yıllarını, lise yıllarını hep ‘baba ’sız yaşamıştı yavrusu. Babası yıllarca ne aramış ne sormuş ne sahiplenmişti. Fakat şu son iki yıldır baba-kız telefonla konuşmaya başlamışlar, arada kızına para bile gönderir olmuştu. Neye yarardı ki onca acı senelerden sonra, gene anasının dediği gibi: “Kurt kışı geçirirdi ama yediği ayazı unutmazdı.”
O yıllar çok zor geçmişti, kendi iç dünyasında bir türlü baş edemediği ‘istenmeyen kadın’ olma hissi, zamanla onu hasta etmişti işte, hayatta Esra hariç kimseden hiçbir şey beklemiyordu. Bir anası vardı, bir Esra’sı. Babası oldubitti dengesiz biriydi, adıyla sanıyla “Deli Himmet” ti işte. Babasının içkisi, huysuzluğu, kavgacılığı, anasının ömründen günler, haftalar, aylar, yıllar çalmıştı. Yıllarca evin bir odasında kendine düzen kurmuş, ayrı yemiş, ayrı içmiş, ayrı yatmış, ayrı kalkmıştı. Odasına milangaz bile koymuş, çarşıdan getirdiği eti otu, sucuğu, pastırmayı, karısıyla, kızıyla paylaşmadan kendi pişirip kendi yemiş, emekli maaşından ve köyünde ekip biçtirdiği tarlaların parasından onlara tek kuruş vermemişti. Anası bir şey diyecek olsa küfrü, dayağı eksik olmamıştı. Kadıncağız öldüğünde bile dayaktan morarmış yerlerin izleri vardı bedeninde. Apartmandakiler hatta çevre apartmandakiler, bu evden gelen gürültüye, kavgaya, dövüşe alışmışlardı. Yıllarla beraber gözü açılan Zeliha’nın birkaç kez polis çağırmışlığı bile vardı. Ama deli, evden olunca polis ne yapsaydı, kanun ne yapsaydı? Kendileriyle lokma paylaşmayan babası, sadece torunu Esra ile aldıklarını paylaşmış, cebine harçlık koymuştu bazen. Esra’nın şirinliği, o huysuz, uğursuz babasının karısına ve kızına kapalı olan gönül ve oda kapısını torununa açmıştı. “Aman, neye yarardı ki, Zeliha’ya olan olmuş, gençliği yel gibi esip gitmişti.”
Babası, parasını aldığını sattığını onlarla paylaşmayınca, daha Esra bebekken çalışmaya başlamıştı Zeliha. Önce ev, ofis temizliklerine gitmeye başlamış; halı, kilim veya yeni evleneceklere yatak yorgan yapmak için yün yıkayan konuya komşuya az bir ücret karşılığı yardımla açılan çalışma yolu, apartman merdivenleri silmekle devam etmişti. Şimdi bile beş apartmanın haftalık temizliği Zeliha’daydı, son yıllarda ev temizliğine gitmeyi bırakmıştı. Birkaç gittiği evde ‘eli uzun’ olmakla suçlanmış, bu yüzden ev temizliğine tövbe etmişti. Buranın insanı, ilerleyenin düştüğü günü görmeyi dört gözle bekler; düşeni ağzını eğe büke ballandırarak konuşur ama düşküne de imkânınca yardım ederek el uzatmayı iyi bilirdi. Zeliha’nın işinden çok memnun olmasalar da on beş yirmi yıldır merdiven temizliğini ona yaptıran apartmanlar vardı. Zeliha bazen haftada, bazen on günde, yönetici farkında değilse on beş günde bir gider, merdivenleri siler, aylık ücretini alırdı. Onlar Zeliha’yı, Zeliha onları idare eder giderlerdi. Ramazan fitreleri ve zekâtlarda, çoluğunun çocuğunun başından geçen bir kazanın tekrarı ihtimalinin defi için verilecek sadakalarda en önce Zeliha düşünülür, Kurban Bayramı’nda pay dağıtılacaklar listesinde mutlaka en başta onun ismi yer alırdı. Ev eşyasını değiştirenler, eski eşyalarını bir yere vermeden önce Zeliha’ya teklif eder, o da işine yarayanları alır, eve getirirdi.
Çalışma hayatının meyvesi olarak emekliliği hak etmesine üç yıl kadar bir süre vardı Zeliha’nın. Almanya’daki ablasının da teşvik ve yardımlarıyla sigortasını yatırmıştı yıllardır, bu konuda mutlu sona kavuşmasına az kalmıştı çok şükür. Bir emekli olsa daha çalışmayacaktı, Esra da istediği gibi bir işe girerse bir araba almayı planlıyorlardı son günlerde, Esra’yı sürücü kursuna gönderip ehliyetini aldıralı çok olmuştu zaten. Damadın davası için avukat ve dava masraflarını ödemek zorunda kalmasaydılar arabayı çoktan almış olurlardı ama kendi ailesi sahip çıkmayınca damadına sahip çıkmak da Zeliha’ya kalmıştı. Aslına bakılırsa şu anda para konusunda çok da sıkıntıları yoktu. Babası dört yıl önce ölmüştü, onun emekli maaşını da alıyordu şimdi. Yaşarken hayrını görmemişlerdi ama Allah büyüktü işte, şimdi ondan bağlanan maaşı çatır çatır harcıyorlardı, “Mezarında kemikleri sızlıyordur inşallah.” diye düşündü ne anasına ne kendisine gün yüzü göstermeden ölüp gitmişti papaz. Öldüğünün ertesi günü bütün eşyalarını ikinci kattaki dairelerinden sokağa nasıl atmıştı teker teker. Bütün komşular pencerelere dökülmüştü, belli belirsiz. “Gene Zeliha delirmiş.” sözlerini duymuştu ama ne düşünürlerse düşünsünler, herkes kendine baksındı, kimlerin evinde neler neler oluyordu, sanki bilmiyor muydu? Babasının yatağını, yastığını, tenceresini, demliğini, halısını, kilimini, odasında ne varsa hepsini zevkle fırlatmıştı sokağa.
Babasının ölümünden hemen sonra, dört kardeşe kalan bu evin, erkek kardeşlerine düşen hissesinin karşılığını, birikmiş parasıyla ödemişti, Almanya’daki ablası zaten hakkını Zeliha’ya bağışlamıştı. Gerçi o zamanlar iki erkek kardeşine verdiği parayı, resmî olarak kâğıda dökmediği için, şimdi hemen her gün onların tarafından gelen bir söz kulağına yetişiyordu ama öyle kolay değildi, evinde hak iddia edemezlerdi, yirmi küsur yıldır bu ev için çalışmış, kazandığını buraya harcamıştı, ayrıca anasına bakmış, yıllarca babasının kahrını çekmişti.
Toplum içinde hep gönlü yaralı, başı karalı gezmişti. Merdivenlerini sildiği apartmanlarda oturan kadınların bazen alaycı dudak bükmelerine; bazen sırf kendilerinin ne kadar şanslı olduğunu hissedip rahatlamak için hatırını ve dertlerini sormalarına; hayat hikâyesini öğrenmek niyetli, yalancı cana yakınlıklarına şahit olmuştu yıllardır. Ya da özel işlerini yaptırmak için anlık iyi ve kibar davranışlarıyla onu kullananlar olmuştu: “Zeliha canım, inerken şu çöpü de bir aşağıya indirir misin?” veya “Zeliha canım, şu bizim yukarıdaki depoyu temizleyeceğim, bana bir yardım eder misin?” Ya erkekler, “Hafta sonu ofisi temizlemeye gelir misin bacı?” derken ki gizli niyetlerini anlayıp kaç kere reddetmişti. ‘Bacı’ sözcüğünün arkasına gizlenen kötü niyeti de biliyordu, kendisine ‘böyle kadın mı olur’ dercesine küçümseyerek bakanları da.
Anası derdi ya hani, “Horoz kadar eri olanın harman kadar yeri olur.” Toplum ‘eri’ olmadığı için ‘harman kadar yer’i ona çok görmüştü ya artık kendisi de el âlemle haşır neşir olarak, hayatla her gün savaşarak erkek gibi olmuştu. Kimsenin sadaka gibi vereceği ‘harman’a ihtiyacı yoktu. Kızı için, kendi için kendi ‘harman’ını kendi kazanmış, hak etmişti. Son dört yılda eli bayağı genişlemiş, bu eski evde birçok yeri tadilattan geçirmişti. Sobalı eve doğalgaz hattı çektirip her odaya pırıl pırıl kalorifer peteklerini koydurtmuştu, herkesin yıllardır yaşadığı doğalgaz rahatlığına daha geçen kış ulaşmıştı kendisi. Yer döşemelerini son moda, derzli laminantlardan yaptırmış; evi baştan ayağa boyatmış, eskimiş ahşap kapıları tümden değiştirmişti. İşte bir banyo ile mutfak kalmıştı, oraları da yenilese, eskimiş fayansları kırdırıp tazeletse, mutfak dolaplarını değiştirse ev hepten sıfır gibi olacaktı.
Ev sıfırlanmış, kızı ile yepyeni bir hayata başlamışlardı ama keşke hayatını da sıfırlaması mümkün olsaydı ne çok şeyi değiştirirdi ne çok önem verdiği şeyi çöpe, çöp olarak attığı ne çok şeyi hayatının başköşesine koyardı. Dünyaya gelen herkes, nasibiyle geliyordu, sevinç ve acılar da bu nasibin birer parçasıydı. Zeliha’nın nasibinde acı kısmı biraz fazla olmuştu sanki. Telafisi olmayan tek şey geçen zamandı, ömrünün yarısı geçmişti, Allah kalan ömründen de alıp kızının ömrüne koysaydı, o hep mutlu olsaydı, “ah şu nişanlı meselesi de olmayaydı…”
“Anne, ne yapıyorsun, demlik kaynamış, taşmış, bütün mutfak buhar dolmuş. Senin aklın nerede Allah aşkına, ayakta mı uyuyorsun?”
Esra’nın mutfak kapısından ani seslenmesiyle olduğu yerde sıçrayıp arkasına baktığında taşan demliği, mutfağı kaplayan buharı gördü. Elindeki yıpranmış sarı bezle masadaki aynı noktayı, bir yazgıyı silmek ister gibi, kaç yüz defadır silip durduğunu bilemedi.
Yasemin Kaya