ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
KADIN
Asfalt yoldan çıktıktan sonra girdikleri stabilize yol, kamyonetin sarsıntısını iyice artırmıştı; derin çukurlar, eğri büğrü kasisler…Buralar böyleydi; tertemiz, ışıl ışıl parlayan, şehri şehir yapan, tüm çarkların tıkır tıkır çalışmasını sağlayan, insanların yaşadığı belki de yaşamak zorunda olduğu, onlara mübah görülen gecekondu mahalleleri…Bir taraftan kendi kendinelik, bir taraftan kendine benzeyenlerin oluşturduğu çokluk duygusu; güven.
Elindeki ipliğe bağlı anahtara baktı, daha kaç ev gezeceğiz böyle, dedi içinden sallana sallana yukarılara çıkarken. Kamyonet patikanın başında durdu. Akşam olmak üzereydi. Şoför iner inmez ne olur ne olmaz diyerek kütüğü arka tekerin önüne sıkıştırdı. Önce çantasını sırtına aldı. Sonra kucakladığı karaltıyla yeni evinin yolunu tuttu.
Hepi topu bir avuç eşyayı taşıma işi bittikten sonra,
“Ali çok sağ olasın, sen de olmasan çok zorlanırdık bu ayazda.”
“Olur mu abla, ne yaptık, üç beş eşya taşıdık. Hadi kal sağlıcakla.”
Tam çıkarken Ali’nin avucuna bir miktar para sıkıştırdı. Ali, olmaz edasıyla gerisin geri gitse de ısrarın lüzumu yoktu, kapıyı sessizce kapattı, mahcup edayla patikadan aşağıya yürüdü.
Bir süre evin içinde yolunu kaybetmiş ürkek insan edasıyla ileri geri adım atmaya başladı. Ağzından çıkan buharı fark ettiğinde, üşüdüğünü sezdi. Kömürlükte hazır odun kömür olmasına rağmen sobayı yakmakla uğraşmadı, evde duvara takılı elektrik ocağının düğmesine bastı.
Sabah ilk işi sobayı yakmak oldu. Gereksiz birkaç eşyayı sundurmanın oraya, geriye kalan eşyayı da rutubetli odaya yerleştirdi. Evdeki hareketi fark eden, oraya buraya, bakkala çakkala gidenlerin gözleri perde takılı pencereye iliştikçe birbirlerine, “yine kim geldi?” sorusunu fısıldamaya başlamışlardı bile. Evin sahibi karanlık işlerle uğraşınca hâliyle akıllarına gelen tek şey, eve her taşınanın karanlık işlerle uğraştığıydı. Sonra tevatür üstüne tevatür alır bütün gecekondu mahallesini…Haksız da değillerdi hani. Polis mi basmamıştı, birtakım adamlar gelip birtakım eşyaları mı almamıştı, aylarca kapısı bacası kapalı mı kalmamıştı. Ne idüğü belirsiz onca insandan sonra toplumun görüşü aynıydı, başka bir insana ihtimal yoktu; tecrübeyle sabitti!
“Güzelce uyu, gelince yine okuyacağım kitabını, hem belki oyun da oynarız.”
Belki demesinin tek sebebi gecenin bir vakti yorgun argın eve dönünce vereceği sözü tutamama korkusuydu.
Kapıdan çıkıp patikaya girdiğinde; işten dönenlerin, eciş bücüş olmuş hâllerine rağmen mahalleye gelen yabancıyı, bir kaşı kalkık süzmeyi ihmal etmemelerinin, bu mahallelilere ait garip bir hâl olduğunu düşündü. Sert bir yüz ifadesiyle yoluna devam etti, bakışların hâlâ üzerinde olduğunu hissederek.
Gazinoya erken gelmesinin sebebi, patronun her gün prova yapmasını istemesiydi. Saz ekibi toplanıp prova yapıldıktan sonra, limonlu sodasını içip, bütün hayatını olmasa da bir kısmını zihninde canlandırdı, kenarları takı dolu aynaya bakarak.
Müşteriler yavaş yavaş gelmeye, masalara bir heyecanla ilişmeye, atacakları sahte kahkahaların hazırlıklarını içtikleri bir kadeh sert içkiyle yapmaya başlamışlardı bile. Aynaya baktığında onca sürdüğü kreme, pudraya rağmen, kapanmayan çizgilerin hayatın gerçek çeltikleri olduklarını anımsadı acı tebessümle. Derinleşen çizgiler, acının, çilenin, olmamışlıkların tesciliydi adeta insanoğlunun yaşamında. Saçını toplayıp son bir çeki düzen verdi. Yorgun yüzüne aynı masadakiler gibi yapmacık gülücükler koyarak çıktı sahneye. Alkışlarda ağız dolusu açlık, hiç dinmeyen şehvet…Sadece alkışlarda değil bakışlarda, bardakların şakırtılarında, masaların gıcırtılarında, vıcık vıcık ağız şapırtılarındaydı aynı zamanda.
“Derdimden anlayan yok
Hâlin nedir diyen yok
Bu böyle yaşamak mı
Sanki benim canım yok
Benim Allah’tan başka elimden tutanım yok.”
Onca şarkı söylemişti ama bu şarkıyı söylerken adeta yaşardı gözleri. Gazinodan çıkışta Ali arabanın önünde sigara tüttürüyordu. Onu görünce hemen kapıyı açtı. Kar başlamıştı. Asfalt yolun bitiminde aracı durdurdu.
“Abla, bundan sonrası biraz zor, kar tutmaya başlamış, istersen arabayı park edeyim seni çıkarayım eve kadar.”
“Yok Ali çıkarım, şunun şurası iki adımlık yol, hadi iyi geceler!” diyerek yola koyuldu. Gece vardiyasından gelen birkaç mahalleli, o kısacık yolda, gelenekselciliğin verdiği o sahte bekçi ruhuyla onu süzdüler. Sert bir yüz ifadesiyle yoluna devam etti. Kapıyı açtı. Sarıldı oğluna, üstünü başını değiştirmeden uykuya daldı.
Sabah sobanın külünü beyaz karların üzerine savururken, yine geleneğin fikirsiz, bir o kadar da çaresiz bekçileri kadınlar, bir güzel süzdüler baştan aşağı. Akşam kocaları, gündüz kendileri, taşranın değişmeyen değişim avcıları. Bir süre sonra evin önünden geçenler yan gözle pencereleri süzerek meraklarını giderme peşindeydiler. Akşam alacası başlarken yavaştan işe gitmenin hazırlığına başladı. Oğluna yedirdiği son yemek, sobaya gece gelene kadar yetecek kömür atma, kıyafetini seçmek günlük rutiniydi.
Onur’a,
“Gelince sana kartopu getireyim mi?” dedikten sonra bir öpücük kondurdu. İlacını verdi, uykuya dalmasını bekledi. Karla kaplı patikadan gacır gucur aşağıya indi. Kahveden evine dönenlerin bakışları hiç şaşmadı. Akıllarından geçen gerçekten namus bekçiliği mi, yoksa yalnız bir kadının aç zihinlerindeki şehvet imgeleri mi, bilinmez, insanoğlu bu…
Onur’un inlemeleri henüz dışarıya sızmamıştı. Sadece yatağında dönüyor ve anlık tiklerle sesler çıkarıyordu. Bir de kar tanelerinin cama vuran tıkırtılarını duydukça sevincini belli eden ritmik sesler çıkarıyordu. Uyuyamamıştı. İnlemeyle karışık bağırtıları önce yan komşuları Gülümser duymuştu. “Allah Allah, bu sesler ne ola ki?” diye mırıldandı buz gibi suyla bulaşıkları durularken. Üstteki Muamma kadın ise bu seslerin yeni gelen kadının evinden geldiğini hemen anladı. Yeni olan, tekrarın dışında olduğundan kendini hemen ele verirdi. Önce küçük avluya çıktı, çıkmasıyla Gülümser’in külünü dökmekten çok yeni gelenlerin evine gözünü dikmesinden tahmininin doğru olduğunu anladı. Bakışları birbirine değdi şaşkınca. Yandaki Ayşe’nin de gelmesiyle bir anda ellerindekileri bırakıp sesin geldiği eve yöneldiler. Hafiften kapıyı tıklattılar, ses daha bir arttı. Ayşe camı annesinden kalan yüzüğüyle tıkırdattı. Bir yandan da tipi başlamıştı. Onur’un sesi tipiyle karışık çığlığa dönüşmüştü artık. O sırada birbirlerine sokularak işten eve dönen Halime ile kocası gürültünün geldiği yöne sökün ettiler. Gülümser etraftakilere bakıp el feneri olup olmadığını sordu, sonra cevabını beklemeden bir koşu eve gidip kocaman bir fenerle geri geldi. İçeriye baktıklarında sağa sola savrulan çocuğu gördüler gözleri pörtleyerek. Halime, “Çekilin hele,” dedikten sonra kocasına, “Kapıyı kır,” dedi, tek çare olduğunu belirten edayla. İçeriye girdiğinde sanki kendi kızı Hale’nin silüetiyle karşılaşmıştı. Gülümser ile Ayşe başlarını öne eğmiş, bunca şüphe, bunca yakıştırılan iğrenç sıfatlardan sonra utançlarının boylarını aştığını hissettiler. Halime’nin tecrübesiyle çocuğu susturmasını gözleri buğulanarak izlediler. İsmini bilmedikleri Serebral Palsi hastalığının ne menem bir şey olduğunu görmüş, Halime’yi daha yeni anlamaya başlamışlardı sanki. Kocasına, “Senin kahveden arkadaşın vardı, kadını getiren adamı tanıyordu demiştin.” kocası cümlenin sonunu beklemeden dışarıya çıktı, kulaklarını tıkayan tipiyi hissetmeden koşar adım patikaya vurdu.
Gazinodan nasıl çıktığını, nasıl eve geldiğini hiç hatırlayamayacaktı. Halime’nin kucağında Onur’un rahatlamış sesini duyunca birden boşaldı. Sonra apansız elinin tersiyle gözyaşlarını sildi, evdekilere sertçe baktı; hepsi mahcubiyetin doruğunda sessizce evlerine yollandılar.
Halime gülümsedi, o gülümsedi; insan olmayı yaşamak ne güzeldi!
Ertesi gün kar durmuştu, kamyon patikanın oraya kadar gelebilmişti, Onur’u kucakladı. Ali birkaç parça eşyayı çarçabuk kamyonete doldurdu. Bazı eşyaları almadılar.
“Tamam mı abla?” dedi Ali hüzünlü sesini gizlemeden.
“Hadi gidelim Ali.” dedi.
Kahvenin önünden geçerken, başları utancın ağırlığından önüne düşenleri görmedi, bakmamıştı bile o tarafa. Yan aynadan baktığında gördüğü tek şey, egzozdan çıkan kapkara dumanın bembeyaz karların üzerinde süzülmesiydi.
Sinan Şuekinci