ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
ÖMÜR GEMİSİ
Satrançta son hamleydi genç kadının yaptıkları…
Yorgunluklarını birbirine yaslanarak gideren umur görmüş ahşap evlerden birinin üst katında oturan genç kadın; insaniyetinin olanca azgınlığını kusuyor, vicdan sıtmasına tutulmuş bedeni durmadan şahlanan vahşi atların iri kıyım adımlarıyla tepiniyordu. Deliliğin hezeyanıyla tehditler savurarak sonbaharının son demlerinde lokmalarını isteksizce çiğnediği akşam sofrasına oturmuş ihtiyarı bilerek ve isteyerek tedirgin ediyordu…
İdare lambasının loş, uçucu harelerle aydınlattığı odanın kuytu köşelerinde dolaştı kuyu suları gibi karanlık gözleri… Çökük avurtları, gölge gibi zayıf bedeniyle yorgun gözüküyordu yaşlı kadın. Demir maske gibi duran yüzü, zavallı dilsiz gönlü, omuzlarına binen yüklerin ağırlığıyla bodurlaşan cüssesi taş kesilmiş gibi kalakalmıştı. Yüzü ölüm sarılığına bürünmüş, vücudunun ve kalbinin zembereği kırılmış, fırtınanın hummasıyla mezar taşları kadar ketumdu…
“Bu son gecen ihtiyar!”
Duyduğu bu cümle kulağına çalınan birkaç cümleden kalan tortulardı. Etine, kemiğine nefret ve tiksinti sinmiş taşkın ruh hâliyle, manevi kırıklık ve bezginlik içinde yaşamaya çalışan yaşlı kadına zekâdan, nezaketten yoksun ağız dolusu küfür ediyor, kötü söz sarf ediyordu…
Ensesinden buz parçası kaymışçasına titreyip ürperdi. Kabahatli bir tavırla başını öne eğip uzun, azaplı düşüncelere daldı. Kirpiklerinin uçlarında birdenbire beliriveren damlalar; çöken çürük dünyasındaki sönen ışığına duyduğu hasretin, onun yokluğuyla içine düştüğü hiçlik duygusunun, namerde muhtaçlığının, tek başına kalmanın verdiği yıkıntının nişanesiydi… Bedeninde her hücresinin yırtıldığını, her kemiğinin eğelendiğini hissedip devrik gözlerle titrek, puslu, kendisinden giderek uzaklaşan geçmişinin çağrılarına ram oldu…
Gençliğinin olanca hoşluğu ve gamsızlığıyla oğlunun kendilerine eş adayı olarak seçip tanıştırdığı ilk gün ısınamamıştı gelinine. Yüksekten bakan tavırları, bitip tükenmez istekleri, marazi yapısı, hoşnutsuz davranışlarıyla; ilk günlerinde tiryakisi olduğu yuvasına her akşam koşarak gelen oğlunu bezdirmiş, ailesinde görüp hasretini çektiği mutluluğu içkide, dost meclislerinde aramaya yöneltmişti. Alkol yorgunu genç bedenlerin fettan göz süzüşlerine, âlemin yanardöner pırıltılarına aldanıp harama uçkur çözen biri hâline gelmişti. Yaşamını çember gibi saran alışkanlıkları yıldızlar silininceye kadar uzuyor, hoşgörü eşiğini gittikçe aşan genç kadın tüm hıncını dile gelmeyen bir düşkünlükle ana babasına bağlı olan eşinin ailesinden çıkarıyordu.
Yaşantılarının keskin köşelerini yumuşatmaktan yorgun düşen yaşlı babanın yüreği, dondurucu bir aralık akşamında esen uğultulu rüzgârların ıslıkları arasında ansız ve acısız duruverdi… Kahkahaların çoktan terk ettiği bu evde suskun dili ve gittikçe daralan nefesinin elverdiği nispette yaşamaya çalışan kocamış kadın hüzne boyalı dört duvara düşen gölgesiyle ve her dem taze tuttuğu anılarıyla baş başa kaldı…
Beyni pelteleşen yaşlı kadın, içinde bulunduğu ruhsal karmaşayla anlamadı önceleri gelininin zorla aklına soktuğu biricik oğlunun dediklerini… Kalbi geceleri kıyıya vurup çatlayan dingin dalgalar gibi ağır aksak çarpmaya başlamış, fırtınayı haber veren tazyikli bir hava içinde yaşamaya mahkûm edilmişti. Memeden kesilmiş çocuk mahmurluğuyla, ruh gibi gezindi hatıralarını peşinde sürükleyerek odaların içinde. Boğazını sıkan güce karşılık verememenin ezikliğiyle, yatıştırıcıların sakin dünyasına sığındı bir süre. Huzursuzluk onu dibe çekiyor, sökülüp atılması gereken düşüncelerin her çığlığı başka bir çığlığa neden oluyordu. Yatağa her yatışında karanlık ve kocaman bir gölgenin üzerine abandığını düşünüyor, kendini, kurduğu kapanın demir kıskacına bir bacağını kaptırmış avcı gibi hissediyordu. Yolunu şaşırmış bir yolcu gibi yanı başına geliveren kış günlerine kadar sürdü anılarından kopmak için kendisiyle yaptığı kavgası…
Yenilmişti işte… Yaşamının ruhunda oluşturduğu derin çiziklerle omuzları iki yanına yığılmış, gelininin tüm çirkefliklerine son verecek kararını vermişti. Evet, bugün evinde geçireceği son geceydi… Gecenin sabaha evrilen saatlerine kadar rüyadan ziyade kâbus denilebilecek görüntüler gece boyunca beynine üşüşüp durmuş, uykuya düşmeyi başaramamıştı.
Ezan vakti şafağı lal renginde bir alev sararken; tespihini parmağına dolamış, elleri dua kıvamında Allah’a açık, dudakları kıpır kıpırdı.
Hazırım… Yeni yılın ilk günü evimi, hatıralarımı geride bırakıp; günlerin ağır ve maksatsız sürüklendiği, ömür gemimin sereni kırılıncaya kadar yollarımızın aynı kaderde kesiştiği ak saçlılarla beraber olacağım huzurevine gitmek için…
Hazırım… Elveda gençliğimi, mutlu günlerimi geçirdiğim güzel evim…
Elveda umutlarım, heyecanlarım, hatıralarım…
Sevgili eşim, biricik oğlum… Gelinim…
Elveda…diye fısıldadı.
Fatma Türkdoğan