0

GİZLİ YARA

Sabah erkenden odasına girdiğimde, perdeyi aralayıp güneşin doğuşunu izlemek isteyen Zeynep Ana’yı ayakta görmüştüm. Yağmur damlaları camları küçük fiskelerle dövüyordu. Bastonuna dayanmış,  nefesiyle buğulanan camı bir elinin tersiyle siliyordu. Pencerede kaybolan buğu çakır gözlerine taşınmış ve aynı zamanda da dudakları kıpırdamaya başlamıştı. Ne dediği pek anlaşılmıyordu. Biraz daha dikkatli dinlediğimde çok eski bir türkünün sözlerini tekrarlıyordu. Rahmetli babaannem de bu türküyü çok seviyordu, oradan biliyordum. Günümüzde çok söylenen, çok bilinen bir türkü değildi.

 

Daha sonra çakır gözlerinden, çektiği hastalığın ve özlemin göçerdiği yanaklarına doğru yaşların aktığını görmüştüm. Her gün defalarca bakıyordu aynı pencereden ama ilk kez böylesine ağladığına şahit olmuştum. Hatta o türküyü de ilk kez duymuştum kendisinden. Usulca yanına yaklaşıp bastona dayanan sol elinin üstüne elimi koyduğumda hafifçe irkilip ıslak gözlerini saklamaya çalışmıştı. Komodinin üzerinden bir mendil çekip gözyaşlarını silmek istediğimde de, “Dokunma kızım… Dokunma!” diyerek yatağına doğru yönelmişti.

Huzurevinde çalışmaya başlayalı üç yıl olmuştu. Yönetim tarafından, Zeynep Ana ile beraber yedi kişinin bakımı bana verilmişti. Bu üç yıl içinde kimisi vefat etmiş kimisi de evlatları tarafından geri alınmıştı. Zeynep Ana’yı ise arayan soran hiç olmamıştı. Kaç kez sormuştum bu durumu kendisine ama bir türlü anlatmamıştı. Bildiğim tek şey oğlunun buraya getirdiği ve bir daha hiç uğramamış olmasıydı. Tabii bu yönetimin bana verdiği tek bilgiydi. Yönetime bir kez daha sorduğumda aldığım cevap, Müdüre Hanım’ın beni sert bir tavırla uyarması ve bu konu hakkında asla bir daha soru sormayın, demiş olmasıydı.

Arada bir uzun uzun düşüncelere dalıyordum.

Doksan yaşına dayanmış bu kadının hiç mi seveni yoktu? 

Gençliğinde yaptığı bazı hataların mı cezasını çekiyor ya da herkese iyi davranmış fakat vefasız yakınları mı unutmuştu?” 

Kendimi gizemli bir olayın içinde bulmuştum. Ahh, bu bendeki aşırı merak duygusu!

Zeynep Ana’nın davranışlarını daha yakından izlemeye başlamış, bir haftalık izlenimim sonucunda sadece bir davranışının değiştiğini fark etmiştim. Zeynep Ana sadece yağmurlu günlerde o türküyü mırıldanıyordu. Çok merak ettiğim başka bir davranışı da her gün istisnasız pencere önünde birkaç defa huzurevinin bahçesinden şehre bağlanan uzun ince yolu izlemeye koyulmasıydı.

Herhangi bir nüfus müdürlüğünden şeceresine baktırabilirdim. Oğlumun arkadaşından bunun için yardım isteyebilirdim ama buna girişmek istemiyordum. Çünkü Müdüre Hanım bundan haberdar olursa işime son verebilirdi.

Hafta sonları izinliydim. Bu zaman zarfında bakımıyla meşgul olduğum yaşlıların hizmetini Sultan Hanım görecekti. Ondan, Zeynep Ana’nın hal ve hareketlerini iyi izlemesini aksi bir durum olursa da aramasını rica etmiştim.

Cumartesi sabahı 6’da çalan telefonumun sesiyle uyanıp arayanın Sultan Hanım olduğunu görünce, şaşkınlık ve heyecanla açmıştım.

“Makbule Hanım günaydın,” demişti. “Zeynep Ana bu sabah hasta. Pencere önüne gitmedi, gözleri kapalı halde ve sürekli Zümrüt diye birini söyleyip duruyor.”

“Zümrüt mü?” demiştim yüksek sesle.

“Ne yapayım? Tanımam etmem Zümrüt’ü.” deyince biran önce kararımı verip,

“Müdüre Hanım’ı ara, ben de hazırlanıp geliyorum.” diye cevaplamıştım.

Yolda tekrar arayan Sultan Hanım’dan en yakın hastaneye götürüldüğünü öğrenmiştim. Kimsesi yoktu, belki Müdüre Hanım Zümrüt’e de ulaşamamış olabilirdi. Onun için hastaneye gidip onu bulmuştum. Çok geçmeden Müdüre Hanım da gelmişti. Hastanede iyileşene kadar yanında kalmak istediğimden bahsedince, her zamanki gibi sert bir tavırla hemen hastaneyi terk etmem gerektiğini söyleyince çok üzülmüştüm.

O esnada Zeynep Ana baygın haliyle elimi tutmak ister gibi elimi arayınca elinden tuttuğum an gözlerini açmış sen kal, gitme, demişti kısık sesiyle.

Belki de son isteği olabilirdi bu, Müdüre Hanım da bunu anlamış olacak ki peki, diyerek odadan çıkmıştı.

İki gün durumu aynı kalan Zeynep Ana, hâlâ Zümrüt’ü sayıklıyordu. Nihayetinde Zümrüt kim, diye sormuştum. Elini boynuna götürüp orada bir şey arar gibi muska muska nerede, demişti. Boynunda muska yoktu. Odada kendisine ilk müdahale eden sağlık görevlileri çıkarmış olmalıydılar. Çantasına baktığımda bir muska bulmuştum. Epey geniş siyah bir beze sarılmıştı.

“Tamam, muskayı buldum Zeynep Ana” dediğimde onu açmamı söylemişti.

Açıp açmama konusunda tereddüt yaşadığımı hissetmiş olmalı ki Zümrüt var içinde açmalısın, aç hadi, demişti.

Muskayı açtığımda aslında muska olmadığı, içinde ailesine ait bilgilerin olduğu küçük bir kâğıt olduğu ortaya çıkmıştı.

Zeynep Ana, son günlerini hayatta kalan dört yakınıyla birlikte geçirmişti. Onu huzurevine bırakan oğlu İbrahim’in gözyaşları hiç dinmemişti. İbrahim’in eşi de pişman olduğunu gizlememiş, evde bakımını yapabilirdim, diye iç geçirmişti. En önemlisi de, Zeynep Ana’ya kocası Süleyman tarafından atılan iftiraya inanmış olmalarının pişmanlığını yaşıyor olmalarıydı. Zümrüt’ün ikisinin kızı olduğunu yeni öğrenmiştim. Süleyman, Zümrüt doğmadan yedi ay önce Zeynep’e iftira atıp boşamıştı. Zümrüt’ün varlığını neden bu zamana kadar gizlediğini anlamıştım. Zümrüt ailenin tüm gizemini bilen tek kişiydi ve onun başına kötü şeyler gelmesini istememişti.

Zeynep Ana’nın vefatından iki gün sonra Müdüre Hanım beni odasına çağırmıştı. Girdiğimde ilk kez güler yüzlü olarak görmüştüm kendisini. Zeynep Ana için verdiğim emeklere teşekkür etmişti. Odadan ayrılırken radyoda başlayan türkü Zeynep Ana’yı yeniden hatırlatmıştı.

Bir acı rüzgâr esince

Sallanmadık dal mı kalır

Dost dostunu arzularsa

Aşılmadık yol mu kalır

 

Minnet eylersem o yare

Olur mu bu derdime çare

Hiç kimsem yok yarem sara

Sarılmadık dert mi kalır

Leyli de leyli, leyli de leyli

 

Muhammed Balaban

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler