ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
AVRUPA’DAN GETİRİLEN EŞEKLER
Mahal Hoca baktı ki öğretmenlikten bir şey çıkmıyor, istifa etti.
“Ulan, bu öğretmenlik insana ne veriyor? Çocuklarım da akıl baliğ oldu. Bir gün de onlarla ilgilenmeli… Daha onları okutmak var. Bir yere gelmelerini sağlamalı, evlendirip barklandırmalıyım. Bunları benden başka kim yapacak? Öğretmenlikle bir şey yapmak mümkün değil! Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra kolhoz1[1], sovhoz2[2] sistemi de bitiyordu. Epey toprak götürerek ferdi çiftçilik oluşturdu. Yıkık dökük tekniğin orasına burasına el gezdirip bir şekilde işlerini yola koyuyordu.”
Bazen düşünüyordu:
“E, vallahi ne gelirse çiftçilikten gelecek. Ne var ey bu öğretmenlikte? Sabahtan akşama kadar başın beynin harap oluyor, ele geçen bir şey de yok! Şimdi maşallah, maldan koyundan alıyorsun, katıyorsun çobanın önüne, senin işin bir tek yol gösterip nezaret etmek oluyor. Vaktini çoluk çocuğa ders anlatmaya sarf edene kadar mala koyuna sarf et ki ortada bir hayrın olsun. Yoksa ders dediğin; çocuk okuyacak mı okumayacak mı, ne bileyim. Gelecekte bir şey olacak mı olmayacak mı? Bir de benim neyime gerek kim okudu kim okumadı? Okuyan kendi için okuyor.”
Şimdi öyle bir zaman ki herkes kendi işine bakıyor. Maddi imkânı iyiye gittikçe çiftliğini daha da genişletiyordu. İleride süt ürünleri üreten bir şirket kurmayı da kafasına koymuştu. Bazen dışarı gidip sütlük, etlik cins mal, koyun alıp getiriyordu. Bir keresinde yine cins mal almak için yurt dışına gitmişti. Epey bir hayvan satın aldı. Bu kez çiftlikte bakılan at ve eşek sürüsünü de merak etmişti. Niye benim çiftliğimde de olmasın, diye düşündü. Geçen defa cins atlar almıştı. Bu kez eşek almayı düşündü. John, bu eşekleri öyle anlattı ki onda bir merak uyandırdı.
“Be adam, diyelim ki dünyada atlardan yarışma yaparak istifade ediyorlar, peki bu eşeği niye böyle anlatıyor?”
John’a fiyatını sordu. “Bin Dolar,” dedi. Ona şaşırtıcı geldi.
“Bizde eşeği on beş veya yirmi manata satan seviniyor. Nerede olursa olsun eşek eşektir. Avrupa’da olsa, Amerika’da da olsa, bizim Azerbaycan’da da olsa… Vallahi bizim eşeklerin de eşi benzeri yok. Dağa taşa vur, gider! Önüne dikenli dikensiz ne koyarsan yer, sakince yerinde durur. Ama merak ettiğim için bir çift alıp götüreceğim. Mahal Hoca’nın çiftliğinde Avrupa’dan getirilmiş eşek bile var desinler!”
Döndüğünde çobanları Memiş ve Bebiş’e eşekleri sıkı sıkıya emanet etti.
“E, Memiş, Bebiş, bunlar öyle böyle eşekler değil ha! Avrupa’dan alıp getirdim. Tanesine bin Dolar para saydım. Gözünüz üstlerinde olsun. Otunu, suyunu da zamanında verin. Çok işe güce salmayın ha…”
Memiş, Bebiş’in kulağına fısıldadı.
“E, Bebiş, bir yıldır malın koyunun arkasında sürünüyoruz, çiftliğe canımızı koyuyoruz, ikimizin aldığı para, bir eşeğin kıymeti kadarmış! Mesele eşek gibi çalışmak değil, eşek de olsan, kıymetin olmalı.”
Bebiş, “Ağa ne yapalım, başka çaremiz mi var? Başka bir yerden kazancımız mı var? Bu iş olmasa acımızdan ölürüz. Bir şekilde geçiniyoruz. Bize eşek kadar kıymet vermeyen toplumda yaşasak da doğrusu bu, biz işimize bakalım. Yoksa fakire yoksulluk bela olur.”
“Avrupa’da bizim eşeklere o kıymeti veren olur mu?”
“Yok, kim o kıymeti versin? Bizimkiler o kıymeti veriyor mu ki Avrupalılar versin? Kıymetlendirebildin mi ki kıymet versinler!”
“Vallahi ne eşeğimizin ne de itimizin kıymeti var! Bizim itler gece gündüz bu kadar büyük sürüyü bekliyor, kurtla kuzuyla eğleşiyor, ya önüne bir parça kemik atıyoruz ya da bir lokma çörek. Ama Avrupa’dan getirilen itlere nasıl güzel hizmet ediyorlar! Bir de evin içinde… Hele onlara gösterilen hürmete, yemeklere bak! Hiç olmazsa haftada iki kez şampuanla yıkıyorlar. Evde yiyip evde yatıyorlar. Bizim itler de bizim gibi kara bahtlı. Karda kışta, dağ bayır demeden koşturuyorlar. Başlarını sokacak bir yerleri de yok.”
“Sen bunları nereden biliyorsun?”
“Teyzemin oğlu Zakir, şehirden gelmişti, o anlatıyordu. Vallahi ağzım açık kaldı. O itlerin yaşadıklarını biz insan olarak göremiyoruz.”
“Bebiş, bu Avrupa’dan getirilen eşekler başımıza bela olmasın? Kendi eşeklerimize ne olmuş, nasıl davranırsan davran, kim sana bir şey söyleyecek? İsterse gebersin!”
“Vallahi doğru söylüyorsun, tedbirli olmamız gerek.”
Mahal Hoca’nın çiftliğindeki Avrupa eşeklerinin haberi her tarafa yayılmıştı. Duyup öğrenen bizim eşeklerden bunların farkı ne, diyerek bakmaya geliyordu. Bir keresinde Memiş’in akrabası Şülüm[3] Şemi gelenlere dönüp seslendi:
“Bu eşeklerin bizim eşeklerden farkı olduğunu kim bulursa, babamın başı hakkı için ziyafet vereceğim.”
Herkes dikkatle baktı. Hiçbiri bir tek söz söyleyemedi.
“Bulamadıysanız kendim söyleyeyim. Desene ziyafet hiç kimseye kısmet olmayacak. Bunların başı iri değil. Kulakları küçük, gözleri ufak, bedenleri de ince. Niye böyle olduğunu söyleyebilir misiniz? Cevabı olan varsa söylesin. Yoksa ben söyleyeceğim. Kafalarına vura vura şişirten yok ki kocaman olsun! Kulaklarını orayı burayı dinlemek için kullanmadıkları için kulakları da küçük. Ağır yük yüklemedikleri için gözleri de ufak. Düzenli beslendikleri için bedenleri de ince. Bizimkiler gibi bulamadıklarında aç kalıp, bulduklarında hiç görmemiş gibi yiyerek karınlarını şişirmiyorlar.”
Birisi elini eline vurup iyice bir güldü.
“Sana Şülüm Şemi diyenin babasına rahmet!”
Uzun zamandır eşeklere canla başla hizmet ediyorlardı. Bir keresinde Mahal Hoca çiftliğe geldiğinde eşeklerden birinin doğuracağı haberini verdiler. Mahal Hoca da yarı şaka yarı ciddi, “E, Memiş” dedi. “Bebiş, söz veriyorum, eşek doğurduktan sonra sizi misafir edip şöyle hatırlı bir yemek yedireceğim. Bunu bir kenara yazın.”
Mahal Hoca gittikten sonra Bebiş, Memiş’e döndü.
“Bir şeyi merak ediyorum, diyelim ki bu eşek doğurdu. Bir dişi oldu. Palazlandı, büyüdü. O da doğurmak üzere. Bizim eşeklerle aynı yerde kalmasına Mahal Hoca izin vermiyor. Peki, bunun yavrusu babasıyla mı iş görecek? Bu rezillik olur! Ne pis kuralları var! Bizim eşekler dağda bayırda ne yapıyorlar, ne ediyorlar, haberimizde olmuyor! Bir de diyorlar ki: ‘Eşek de olsa babası, kendi yavrusuna, yavrusu da kendi annesine böyle şeylerde yakın gitmiyor!’ Ama bunlar aynı yerde kalıyor. Başka yolları da yok. Bizim eşekleri de bozacaklar vallahi bu Avrupa’nın eşekleri!”
“Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu, başka işin gücün yok mu?”
Memiş yüzünü ekşitti…
Bir keresinde Bebiş’in keyfi yerindeydi. Memiş yokken, “Ne olursa olsun bu eşeğe binip yarış yapacağım. Bakayım bunlar nasıl koşuyor? Yük yüklemiyoruz zaten, hiç olmazsa koşabiliyorlar mı ona bakayım!” dedi.
Bebiş, erkek eşeğe binerek bir o yana bir bu yana koşturuyordu. Sanki eşekten hıncını alıyordu. Eşeğin koşuşu hoşuna da gidiyordu. Dişi eşek, kulaklarını dikerek sanki onları izliyordu. Birden eşeğin ayağı tökezledi, yere serildi. Bebiş’in ayağı, eşeğin altında kaldı. Toparlanarak eşeğin altından ayağını çıkardı. Bir ayağını sürükleyerek Memiş’in yanına koştu, olanları ona anlattı. Sanki Memiş’in başından kaynar sular döküldü.
“Ne anlatıyorsun, yoksa başımıza iş mi açtın?”
Erkek eşek gözlerini belertmiş, ölmüştü. Dişi eşek etrafta görünmüyordu.
“Tamam, erkeği öldürdün, peki, dişi yavru nerede?”
“Ben senin yanına gelirken buradaydı. Belki de korktu, kaçıp gitti!”
“Nereye kaçtı, ey?”
“Geldiği yere. Galiba olanlara katlanamayıp kurtulmak için yavrusunu da alıp kaçtı. O eşekler Avrupa’dan getirildiği için, onlardan her şey beklenir!”
“İyi davransaydın da… Eşek yol mu biliyor ki geldiği yere dönecek! Sen, bu köyden şu köye gidemiyorsun! O nasıl Avrupa’ya dönsün!”
“Eşek değil mi, insanlardan daha iyi bilir!”
“E, ahmak ahmak konuşma!”
“Ne diyeceğiz? Vallahi ben yalan söyleyemem, öylece olduğu gibi anlatacağım!”
“Öyle olduğu gibi anlat, bizi eşek yerine çalıştıracak!”
“Vallahi bir bahane bulamıyorum. Hem ne var doğrusunu söyleyeceğim. Koşturuyordum, bizim eşekler mi sağlam koşuyor yoksa bu Avrupa’dan getirilenler mi, diye bakayım dedim. Öyle iyi koşuyordu ki önce aferin dedim, Avrupalı da Avrupalıymış! Sonra bir baktım yere serildi! Ben de üstünde… E, az kalsın ölüyordum. Başım taşa öyle bir çarptı ki… Bir de üstelik ayağım altında kaldı. Çekip zorla çıkardım. Ayağımı zor kullanıyorum. Çok şükür tamamen altında kalmadım. Yoksa kolum kaburgam kırılmıştı.”
“Öyleyse Mahal Hoca’ya haber verelim, durumu bilsin.”
***
Mahal Hoca çok sinirli görünüyordu. Sanki yakın akrabasını kaybetmişti. Ters ters Bebiş’in yüzüne baktı.
“E, Bebiş eşeği niye öldürdün? Ben sana emanet etmedim mi onlara iyi bak diye! Bu mudur iyi bakmak?”
Bebiş kekeleyerek, “Ben kasten öldürmedim, Mahal Hoca… Binip koşturuyordum, birden yere serildi. Kendi öldü.”
“Be evladım, durduğu yerde eşek ölür mü?”
“İnsan da ölüyor!”
“Ulan, insan insandır, eşek eşek. İnsan ölebilir kendi kendine, bize ne bundan! Eşeği niye öldürdün?”
“Yani insan ölebilir, eşek ölemez mi diyorsun?”
“Tamam, bir yıl seni eşek gibi çalıştıracağım. Ondan sonra belki farkı anlarsın. Yoksa bunu sana anlatamayacağım!”
Bebiş başını aşağı eğdi, mızıldanarak konuşuyordu.
“Benim adım da Bebiş’se istersen beni on yıl çalıştır, yine de senin söylediğine kanmam!”
Galip Şefahet
[1] 1 Kolhoz: SSCB’de mülkiyeti devlete ait olan toprağın köylüye kiraya verilmesi, kooperatif mülkiyeti.
[2] 2 Sovhoz: Köylülerin devlet adına toprakları işlemesi, devlet çiftlikleri
[3] Şülüm: Rus Çarlığının savaşa girmesine karşı olanlara söylenilen ifade.