SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
YATAN HAZİNE
Esniyor, öyle güzel esniyor ki; gün boyu yalvarsan açmadığı ağzı, tomurcuklanmış bir çiçeğin birden patlayıp açılıvermesi gibiydi. Kaygısız ve huzur doluydu ağzını açarken, “Elleri çalışsaydı ağzını kapatmak isterdi.” diye düşündü Usare babasını seyrederken. Beyninin komut verdiğini biliyordu, yoksa asla kenetli çenesi açılmazdı.
Bir bebeğin masumluğu vardı esnemesinde, onu seyretmek Usare’ye keyif veriyor. Yanına gittiğinde göz göze geliyorlar. Fısıltıyla söyleyebileceği tek kelimeyi duymak için “Günaydın!” diyor, babasının gözlerine bakarak. Yutkunuyor adam, nefesini tüm gücüyle toparlayıp bir nefeste o kelimeyi ağzından bırakıyor: “Günaydın…”
İşte bu kadar…
Bütün gün ondan duyabileceği tek kelimeyi duydu, Usare. Fazladan bir kelime söyletemez artık. Başını sallaması ve uzun uzun bakması dışında ağzından bir kelâm çıkması mümkün değildir.
Yıllar oldu yatıyor.
Hayatı, odasının penceresinden gördüğü meşe ağacının dalları ve yatağının karşısında bulunan televizyondan ibaret. Mevsimleri ağaçların yapraklarının dökülmesi ya da yeşillenmesiyle anlıyor. Çiçekleri çok sevmesine rağmen penceresinin önüne koyulan menekşeler artık ilgisini çekmiyor.
Toprağa elini sürmeyince rahat edemezdi Mümtaz Bey. Apartmanın küçük bahçesine renk renk çiçekler ekip, her akşam onlara su verirdi. Bir köşeye diktiği incir ağacına gözü gibi bakardı. İlk meyvelerini verdiği yaz, mutlulukla eve getirdiği birkaç tane inciri ailesiyle paylaşmıştı. Onun bu sevincini hâlâ unutamıyor Usare. Hastalanmaya başladığı sıralarda takati kalmadığı için ne çiçeklerine ne de incir ağacına bakabiliyor. O çiçeklerden eser bile kalmayan bahçede sadece incir ağacı kalmıştır, yalnız ve kimsesiz bir çocuk gibi…
Kendi elleriyle diktiği ağacı çoktan unutmuştu. İncirin tadını ise hiç hatırlamıyordu. Yemek yeme ve yutma kabiliyetini yitirdiğinden beri meyve ve sebzeyle de ilişkisini kesmişti. Bir damla su için bile açılmayan dudaklarını Nedret Hanım ve Usare sırayla ıslatıyorlardı.
Zaman kavramını sadece gece ve gündüz olarak ayırabilen Mümtaz Bey’in saatlere çok merakı vardı. Gözünün gördüğü her yerde saat olmasını isterdi. Duvarlara astığı ayrı masalarda duran ayrı, koluna her gün farklı taktığı saatler apayrıydı. Pillerini sürekli kontrol eder, çalışıp çalışmadığından emin olana kadar rahat etmezdi. Yatağa bağımlı olduğu günden bu yana karşısına koyulan saate bile bakmadı. Sabahın ilk ışıkları ve akşamın karanlığı onun için yeterli. Perdelerin açılmasıyla günün başlayışını örtülmesiyle de bitişini anlıyor. Sürekli haber kanalını seyretmek isteyen adama sordu Usare:
“Radyo dinlemeyi çok severdin. Açayım, dinler misin?”
Gözlerini hiç kırpmadan bakıp fısıltıyla ‘Hayır’ demeye çalıştı.
“Bize radyo dinlemeyi sen sevdirdin. Şimdi dinlemek istemiyorsun. Yoksa aldığın radyoları unuttun mu?”
Bu kez gözlerini kapatıp kaşlarını kaldırdı adam. Gözlerini açıp bakışlarını ayırmadı, bir süre sonra kendi âlemine daldı.
Usare, radyo dinlemeyi ondan öğrendi. Sabah işe gitmek için kalkar hem kahvaltısını hazırlar hem de radyosunu dinlerdi Mümtaz Bey. Türküleri, sanat müziğini çok severdi. Sabahın sessizliğinde evin içine dağılan nameler kulağına çok güzel gelirdi Usare’nin. Çayın mis gibi kokusuna eşlik ederdi radyodan dağılan ses. Çıtırtı bile yapmayan babasının kalktığını bilir Usare. Ev halkını rahatsız etmeden radyosunun eşliğinde kahvaltısını yapar ve kapının kapandığını duyunca babasının işe gittiğini anlardı. Ev birden soğurdu o gidince, radyonun sesi kesilince kalkmadığına pişman olurdu.
Saatleri gibi her odasında radyoları da vardı; küçük, büyük, el radyoları… Sevdiği her şeyden ikişer, üçer tane almak ona keyif verirdi. Nedret Hanım bu durumu bazen dile getirir, “Taktın mı takıyorsun Mümtaz Bey, bir ara el feneri alıp duruyordun. Şimdi de radyoya taktın” deyip susardı.
Söylediğinin boşuna olduğunu bilmesine rağmen tutamazdı kendini. Adam gülümseyerek konuşurdu:
“Mutfakta, sanat müziği eşliğinde yaptığın yemekler lezzetlensin hanım.” derdi.
Usare babasının dikkatini kendine çekmek istiyor:
“Ama neden istemiyorsun? Hep televizyon olmaz ki.”
Gözlerini tavana diken adam iletişimini kesince o da çaresiz susuyor. Çoğu zaman tavana gözlerini dikip dikkatlice bakıyor. Saatlerce baktığı oluyor. Gözlerinin gri çerçevesi büyüyor ve kızıla çalan kahvesi parıldıyor. Sanki onu çeken bir kuvvetle başka bir âlemin kapılarını aralayıp uçuveriyor. Böyle zamanlarda, seslenildiğinde duymuyor. Kimlerin sofrasına oturup söyleşiyor, belki gökyüzünde geziyor kim bilir…
Gözleri gözlerine ilişene dek bekliyor. Soru sormazsa iletişim kuramayan Usare, tavanı göstererek ısrarla soruyor:
“Orada ne var, gördüğün birileri mi var?”
Uçsuz bucaksız bakışmalarından sonra bir kelime olsun söyler diye umutlanıyor; fakat gözlerini kırpmadan bakıyor. Nefesini toparlamaya çalışıyor, vücudu titremeye başlıyor. Heyecanla dudaklarına bakıyor, bir kelime söyleyecek gibi.
“Hadi, bir şey söyle ne olur.” diyor. Bir kelime değil bir cümle söylemeye çalışıyor.
Kelimeleri toparlamaya çalışıyor Usare. Beklediği cevabı alamıyor.
“Söyle ona fazla kurcalamasın.”
Şaşırmış hâlde soruyor yine:
“Benim için mi dediler? Kim onlar baba?”
Onu yorduğunu biliyor ve rahat bırakıyor. Aklına takılan cümleyi düşünüp duruyor. Gerçek mi hayal mi?
Gördüğü bir şey varsa söylemeyeceğini biliyor aslında. Duymak istediği neydi, kendisi de bilmiyor. Babasının gizli âlemlere yolculuk yaptığını ve bunu içinde sakladığını düşünüyor. Annesine bunu anlatmayacak. Evhamlı Nedret Hanım’ın ne yapacağı belli olmaz.
Saat iki mama saati; aç olup olmadığını çoğu zaman bilmiyor. Sürekli takip edilmezse ne açlığından ne de susuzluğundan haberi yok. “Acıktın mı?” sorusuna gözleriyle, ‘Hayır’ işareti yapıyor. Ilık mamasını ve suyunu şırıngayla verirken onu izliyor, Usare. O da gözleriyle şırıngadan midesine inen mamanın azalmasını seyrediyor. “Doydun mu?” sorusuna başını sallayarak cevap veriyor.
Yemek yemeyi sanat gibi düşünen adam bir gurmeydi. Her yediğinin içinde ne var yok bilmek isterdi. Tabaklarda görselliğe önem verir süslemeyi severdi. Her hafta sonu yeni tarifler deneyerek ailesine tattırırdı. Elleri öyle nazikti ki yaptığı hamuru pürüzsüz hale gelene kadar yavaş ve okşar gibi yoğurur, ondan pideler yapardı. Nedret Hanım kusur bulmaya çalışsa da beğendiğini itiraf etmek zorunda kalırdı.
Her gün yeni bir tarif bulup “Yap bakalım lezzeti nasılmış?” derdi Usare’ye. Baharatsız yemek onun için lezzetsiz tatsız tuzsuz gibi gelirdi. Tabaklar her zaman ısıtılmış olmalıydı, aksi halde yemeğin hemen soğumasını sevmezdi.
İlk yemeği babasından öğrendi Usare. Hamur yoğurmayı, yeni tarifler denemeyi onun sayesinde sevdi. Yaptığı her yemeği süsleme merakı annesinden çok babasına benziyordu.
Yemeğini yerken ne diyeceğini sabırsızlıkla beklerdi. Ağzından çıkacak “Güzel olmuş.” sözü için gözlerinin içine bakar, eğer beğendiyse bir “Oh!” çeker, sevincinden yeni tarifler aramaya başlardı.
Mümtaz Bey, yatağa bağlandıktan sonra artık eskisi gibi yemek yapmaz olmuştu Usare. Sağlıklı günlerinde bulunduğu masaların şölene dönüşmesi anılarında kalmıştı. Bir ayağı babasının odasındaydı. Sürekli nefesini ve uyuyup uyumadığını kontrol ediyordu. Yine gözünü tavana dikmiş bakıyordu. Gülümser gibi bir hali vardı. Belki de şu an dostlarından biriyle çay içiyor, tatlı bir muhabbet içindeler. Üniversite yıllarından konuşuyorlar; okulda ilk yaptığı vazoyu nasıl kırdığından, Ihlamur Yokuşu’nda yaptıkları o yürüyüşlerden…
Dudaklarında gülümser gibi bir yayılma var.
Yanına yaklaşıyor ve Usare soruyor:
“Nasılsın?”
Başını sallıyor. Bu iyiyim demek oluyor. Gülümseyerek,
“Yine gezintilere çıkmışsın yukarıdakilerle. Güzel miydi?”
Sessizlik hâkim. Nedret Hanım geliyor yanlarına. Kocasına:
“Sabah Aynur Hanım aradı selamı var. Onu hatırladın mı?”
Düşünüyor adam, ‘Evet’ der gibi başını sallıyor. Karısı devam ediyor:
“Hani şu dekoratör olan kadın. Emekli olmuş. Seni sordu. İyi…” dedim.
Kadın tepki vermesi için anlatmaya devam etti:
“Baban var ya bu baban! Evli olduğumuzu saklamış üniversiteye giderken. Beni getirmedi o zamanlar. Ağabeyin doğmuştu. Görmeye gelmedi. Amcan İstanbul’a yanına gittiğinde arkadaşlarına, ‘Abimim bir oğlu oldu’ demiş. Herkes şaşırmış. Meğer kızlar babana yanıkmış. Cebine mektuplar koyarlarmış. Aynur Hanım da onlardan biriydi işte.”
Kocasının alnına bir öpücük konduruyor.
“Bunları hatırladın mı canım?” diyor.
Adamın göğsü titriyor. İçinden gülme isteği geldiği belli ama rahatça gülemiyor.
“Ne günlerdi değil mi Mümtaz Beyciğim? Kızım, baban işe başladığı zamanlarda cebinde çok mektup buldum. Bir Ayşe bir de… Neydi ismi hatırlamadım. İşte onlar sürekli yazıp önlüğünün cebine koyarlarmış… Gözü dışarıda hiç olmadı babanın, ben de kıskançlık yapmadım vallahi. Değil mi ama…”
Dolmuş gözleriyle bakıyor kadına sonra kapatıyor gözlerini bir damla yaş kirpiklerinden kurtulup akıyor yastığına. Gülümsetmeye çalışırken üzdüğünü anlıyor Nedret Hanım ve susuyor. Gözlerinden öpüyor kocasını.
Kütüphaneden bir kitap aradı Usare, babasına kitap okumak istedi. Baktı bakmasına ama kitapların çoğunun olmadığını fark etti. Annesinin elden çıkardığını hemen anladı. Nedret Hanım kitapları hiç sevmedi. Kocası hastalanınca artık işe yaramaz diye çoğunu dağıtmıştı. Usare’nin ona engel olma ihtimalini dikkate alarak bunu gizlice yaptı. İlmî kitaplarını başka şehirde yaşayan oğluna gönderdi. Annesiyle kavga etmek istemediği için hıncını bastırdı Usare. Babasının her gün söylediği söz aklına geldi:
“Hiçbir şey okuyamasanız bile en azından bir takvim yaprağı okumalısınız.”
Mümtaz Bey, her gün birkaç kitapla gelirdi evine. Nedret Hanım hiç hoşlanmaz söylenirdi sürekli: “Doldurdun evi kitaplarla, oku oku nereye kadar?” Sesini çıkarmaz karısına ama söylenmesine de üzülür içten içe. Oğlu da annesi gibidir okumayı sevmez. Bir tek kızına kitap sevgisini verebilmiştir.
Babasının getirdiği kitapları koklardı Usare, içine çekerdi. Okuması için getirilen kitapları çantasından hiç ayırmazdı. Ona ilk olarak Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını getirirdi daha küçükken. Babası gibi her konuda bilgili olmak isterdi. Annesinin, elinden kitabını alıp sobaya attığını babasına söylememişti. Kavga etmelerini istemediği için susmuştu. Kitabın sonunu okuyamadığı için de çok üzülmüştü.
Konuşması çok güzeldi, Mümtaz Bey’in. İşi nedeniyle katıldığı toplantılar ve konferanslarda söyleşiler yaparak herkesi kendine hayran bırakırdı. Okuduğu öğrendiği her bilgiyi paylaşmayı severdi. Sesi ne gürdü ne de tizdi. Su gibi akardı kelimeler ağzından. Konuşma aralarına sıkıştırdığı hikâyelerle kendine bağlardı dinleyenleri.
Başını okşuyor Usare adamın. Saçlarının uzadığını fark ediyor. Tıraş edilmesi gerekli. Saat henüz geç değil, ikindi vakitleri. Karar verip hazırlıklara başladı. Saçlarını kesecek. Eğilip yüzüne, “Şimdi seni oturtacağım saçlarını keseceğim baba, tamam mı?” dedi.
İstekli değil adam, ama kızını tanıyor. Hayır dese de aklına koyduğunu yapar. Çaresiz başını salladı.
“Sen uzun saçı sevmezdin. Tıraşını yapınca başını da yıkarım rahatlarsın.”
Altına serdiği çarşaftan tutarak dans edercesine çevirdi, Usare babasını. Oturduğuna kanaat getirince koltuk altlarına, sırtına yastıkları yerleştirdi. Ayağının altına küçük bir tabure koydu.
Yatağın ortasına oturmuş, her tarafı sağlama alınmış olarak daha rahattı adam.
Her gün muntazam yüz tıraşını yapan Mümtaz Bey, saçına çok özen gösterirdi. Berberlerin kesimini beğenmediği için aldığı tıraş bıçaklarını ve makasını Usarenin önüne koydu bir gün. Gülümseyerek, “Sana saç kesimini öğreteceğim. Bundan sonra saçımı sen keseceksin.”
Usare şaşkınlıkla, “Ben mi? Ne anlarım erkek tıraşından baba.”
“Yaparsın, öğreteceğim dedim ya. Senin ellerin maharetli makası güzel kullanıyorsun. Gel bakalım.” dedi Mümtaz Bey.
Usare pek hoşlanmasa da bu durumdan daha fazla itiraz edemedi. Bir berber tezgâhı gibi hazırlanan aynanın önüne oturdu adam. Tarağın eşliğinde makası nasıl kullanması gerektiğini gösterdi. Özenerek kesti saçlarını, kulak arkasını düzeltti sonra. Sıra ensesini temizlemeye geldiğinde yengeç gibi bir alet verdi: “Bununla düzeltmeler yap.” dedi. Korkarak çalıştırdı makineyi ama bu kez başardı. Bitirince derin bir nefes aldı.
Sonra baktı; yaptığına kendisi de şaşırdı, gayet güzel olmuştu.
“Ben demedim mi becerirsin diye. Makası güzel kullanan saçı da güzel keser,” dedi adam ve teşekkür etti kızına.
Mümtaz Bey yoruldu, yastıklar artık kollarına ağır gelmeye başladı. Usare saçlarını kesti ve kafasını yıkadı. Alışmıştı yıllardır artık kolayına geliyordu. Yine dans ettirir gibi yatağa yatırdı. Örtülerini serip onu rahatlattı. Alnından öpüp “Sıhhatler olsun.” dedi. Adam “Sağ ol.” demek istedi ama diyemedi. Başını sallamakla yetindi. Usare bir ayna getirdi, babasının yüzüne tuttu. Kendisine baktı, uzun yıllardır görmemiş gibi… Yeni tanıştığı bir insana bakar gibi… Aynaya bakıp saçlarını tarayışını hayal etti. Bu yüz hem çok tanıdık hem de çok yabancı geldi ona. Boyu nasıldı? Ne giyerdi? Hatırlamaya çalıştı.
Hava kararıp da ışıklar yanmaya başlayınca perdeler kapanırdı. Uyku vaktinin geldiğini bilirdi Mümtaz Bey, ama ilaç verilmezse asla uyumazdı. Sabaha kadar tavanı seyrederdi. Gece gelen ziyaretçileriyle gezintiye çıkardı tavandan açılan kapıdan. Uçsuz bucaksız yolculuklarda dostlarıyla birlikte olur, ilim sohbetlerine katılırdı. Konuşmaya susamış dudaklarından kelamlar dökülürdü. Çocukluğunun geçtiği yayla evine gider, ninesinin dizinin dibinde otururdu. Çamurlardan arabalar yapar, onları kuruturdu. Okul yıllarında oturduğu Beşiktaş’taki evinin avlusunda kitap okurdu. Sonra evine, odasına yatağına geri dönerdi. Bir sonraki akşam gideceği yerleri düşünerek…
Kimseler bilmezdi yaptıkları yolculukları. Üç kişilik bir sırdı yaşadıkları…
Uyuması için ilacını verdi Usare. Gözlerini diktiği tavana bakarak uyuyacaktı birazdan.
“İyi geceler babacığım.” dedi, alnından öperek.
Tavanın kapısı açıldı… Adam sırlara karıştı, Usare odadan çıkarken.
Gül Tanrıverdi