SEVDA YORGUNU Sevda sana başka ağır Bana başka ağır Dallarındayız Başka başka hayatların Açmayan kuruyan Mevsimler sana başka Bana başka Dallarındayız Kuruyan ömürlerin Bir...
DANSÖZ
Henüz bu kadar sıska gibi bir adam değilken… Bir küçük rakıyı tek kadehten paylaştığımız Zeki Mürenli sofralarda, geleceğin hayalini kurduğum zamanlarda girmişti hayatımıza Dansöz.
Yılbaşını geçirmek üzere gittiğimiz yazlıkta.
Sen yine hep olduğun üzere sıkkın, tahammülsüz…
Bu kooperatif evini ilk aldığım yıl bir heves maviye boyadığım kimi kırık, boyası kavlamış, ayaklarının artık onları taşımadığı, tahtası süngerleşmiş sandalyelerin terasta yığılı durduğu köşeyi seçmişti.
Ölecek başka bir yer bulmak yerine!
Annesinin onu sakladığı ya da terk ettiği tekinsiz, tehlikelere insafsızca açık bir ağaç kovuğunda ya da bir sonraki yaza kadar kumsala çekilip ters döndürülmüş bir teknenin altında kim bilir ne kadar beklemiş ya da beklemişlerdi kardeşleriyle?
Kışın o ıssız kuytularında…
Belli ki geriye bir tek o kalmıştı…
Zayıflıktan uzamış gibi duran boynu, halsiz de bir havlaması vardı.
Yer yer yaralar açılmıştı vücudunda…
Açlıktan bitkin düşmüş bir enik…
Kirli, salyalı suratını göğsüme gömüp uyumuştu onu bulduğum ilk gün. Bakışlarında toplanan çocuk saflığı geçen yıllarda hep aynı kalmıştı.
Belki de sırf bu yüzden çok sevdik birbirimizi Dansöz’le.
Ben de neredeyse bir köpekle aynı saflık ve koşutta bağlanmayı becerebildiğimden!
Seni de şehri de terk ettiğim gündü. Etrafı içime sindire sindire yürümüştüm başka hiçbir yerin sokaklarına benzemeyen sokaklarında İstanbul’un… Apartman aydınlığında içtiğim sigaralara elveda, diye geçirmiştim aklımdan bir de.
Bütün o mutsuzluğu geride bırakmanın huzuru…
Güvey seccademi yaydığın geceden anlamalıydım! Seni öptükten sonra sildiğin dudaklarından… Sası sası bir tat bırakıyor, demiştin, öpme beni ağzımdan.
Sağır bir sessizlikle sevişirdin benimle.
Sevişmezdin ya da! Hep yorgun, hep altta, hep…
Acıtan alaylamaların, kollarımdayken kendini sıkılamaların, tenim tenine değdiğinde etine iğneler batıyormuş gibi acıttığın yüzün…
Artık hâlim yoktu.
Israrla ve inatla vermemişti bana Dansöz’ü.
Bakamazmışım!
Çok sürmedi, aradı. Sıcağın dalga dalga indiği, güneşin bir buğunun ardında kalmışçasına titreyerek battığı bir akşamdı. Azala çoğala bir ezan sesi geliyordu uzaktaki camiden. Kucağıma aldığımda başı kollarımdan aşağı düşüyor, demişti, ölmesinden korkuyorum. Seni görmemeye dayanamıyor.
Arkamdan hastalanmış Dansöz. Nöbetler geçirdiği derin uykulara dalmış… Ağlıyordu anlatırken.
Bir köpek kadar bile değerim olmadığını düşünmüştüm ben de…
Uçağa atladığım gibi vardım yanına.
Umurumda bile olmadı o ay gırtlağımdan keseceğim.
Çok çabuk vazgeçmiştim ondan…
Şu haline bak! demişti. Afrikalı açlar gibi gözlerin pörtlemiş zayıflıktan… Yemiyorsun tabii önüne gelmeyince. Gönlümce içiyordum ama. Ev rakı imalathanesine dönmüştü…
Ellerini eze eze de durma öyle karşımda, diye azarlamıştı bir de. Hiç değişmez mi insan ya!
Dansöz’ü kafesine koyduğum gibi gerisin geriye yola koyuldum ben de.
Kal falan diyen de olmamıştı zaten!
Bir kesik emekli maaşıyla nereye kadar, demişti, abim İstanbul’daki evi Sevinç’e bırakıp buraya yerleştiğimde. Bilmiş ol, oğlun da çok kızgın sana.
Başaramamışlar kervanına katılmıştım nihayetinde ben de oğlumun ve diğerlerinin gözünde… Başlardaki aramalar, sormalar giderek azaldı… Boş vakitlerimi planlamak dışında bir işim yoktu artık. Hayatımı haybeye yaşadığım duygusunu üstümden silkinemediğim bir yalnızlıkta devam ediyordum… Eskiyi anılarımda güzel tutmak mümkün olmadığından bir de unutmaya inandım. Dansöz’le yaşadıklarımın dışında güzel taşıyacağım tek anım yoktu.
Âşık olduğum kadınla karımla yani geçen yirmi yedi yılın güzel taşınacak tek bir günü bile olmaması…
“Çıldırana kadar okumanın mümkün olup olmadığını deneyimlemek mi istiyorsun?” diye, sormuştu oğlum yattığım odanın hep aynı köşesinde duran dergi yığınını ayağıyla usul usul tekmelerken…
Sadece iki günlüğüne geldiğinde; ta ne zamandı.
Gazetelerden kestiğim köşe yazılarının olduğu klasörler, sahaflardan toplanmış ciltli ciltsiz kitap yığınları, ortaokuldan beri tuttuğum günlükler, ajandalar, imza günlerini dolaştığım zamanlardan yazarından imzalı kitaplar, onlarca yılın pazar ilaveleri, gazeteleri…
Sayamadığım yıllardır da içmeye devam ediyordum.
Boş şişeler…
Hiçbir şeyi atamazdım ben.
Sonra, salgının bile geç uğradığı kuş uçmaz kervan geçmez uzaklıktaki bu sahil köyüne, yolu toprak, tepeleri çorak bu yere önce duble yol, sonra bir yük limanı, girişine sanayi geldi.
Çatmaları her an dağılacakmış gibi duran plastik çerçeveli, eşiği düşük pencereli çirkin binalar yükseldi.
Bir sabah, benim gecenin sarhoşluğundan ayamayıp, onun yine bir başına çıkması için kapıyı araladığım bir sabah… Mutluluk gibi, çocukluk, vurup geçen bir salgın hastalık ya da yaşlı yalnız bir akraba gibi birden yok oluverdi Dansöz.
Duble yol evimizin bulunduğu uzak koya kadar uzanmıştı.
Ş. Didem Keremoğlu
(Yazarın “Hayat Kaldığı Yerden” adlı hikâye kitabından…)