KAÇ MEVSİM DAHA HAZAN Dünya kocaman bir boşluk Mavinin yırtık parçaları dökülür Umudun uğramadığı mekanlarda Asi bir kalabalık gezinir Hayat yaşamsal bir...
PORTAKAL ÇİÇEĞİ KOKUSUNDA: İLK YALAN
”Karşılığında kusursuz bir yaz akşamı aldım.”
Bu sabah, içimdeki boşluğu tarif edecek tek bir kelime bile bulamadım. Uyanır uyanmaz cama yürüdüm. Hava ağırdı. Sokağa baktım… Bildik bir yerdi ama bana ait değildi. Renkler tanıdıktı belki, sesler de öyle ama hiçbir şey içime sinmiyordu. Burada yaşıyor olmalıydım. Ya da bir zamanlar yaşamış olmalıydım. Ama bu, öyle bir his değildi. Kesinlikten uzak, silik bir aidiyet gibiydi.
Yatağın örtüsüne elim değdi. Kumaşı yabancıydı. Rengi… Belki daha önce hiç sevmediğim bir ton. Bir an durdum. İçimden geçen garip utancı tarif edemem. Başkasının odasında uyanmak gibi ama daha derin. Sanki başkasının sabahına uyanmıştım.
Aynaya baktım. Yüzüm, evet, bendim. Ama içeriden bir başkası bakıyordu. Göz bebeklerimin ardında başka biri vardı sanki. Bunu önce yorgunluğa verdim. Kafam doluydu, belki de sadece bir rüyanın buğusuydu üzerimde kalan.
Hafıza Borsası’na ilk gidişim, yıllar öncesine dayanıyor. Yüksek tavanlı, cam duvarlarla çevrili bir yerdi. Bir banka gibi sessiz ve düzenli. Her şey çok netti; çalışanlar kibar, prosedürler şeffaftı. Sıram geldiğinde küçük bir kapsül uzatıldı bana. İçinde çocukluk tatilim vardı. Deniz kenarında bir yaz. Güneşin gözümü kısarak baktığım hâli, ıslak kumların serinliği, babamın sesi… Hepsini verdim. Karşılığında daha işe yarar bir şey almıştım: boş bir alan. “Zihnimi sadeleştiriyorum,” dedim kendi kendime. “Her şeyi hatırlamak zorunda değilim. İşime yaramayan anıları, boşlukla takas edebilirim.” diye düşünüyordum. Sonraki takaslar daha da kolaylaştı. Duygular flu, gerekçeler netti. Bir akşam yürüyüşünü verdim. Sonra bir kitabı ilk okuyuşumun heyecanını. Ardından, ilk bisiklet sürüşümü. Her takasta biraz daha hafiflediğimi sandım. Temiz bir zihin, pürüzsüz bir iç dünya… Ne kadar yanıldığımı sonradan fark ettim.
Sonra bir gün… İlk aşkımı verdim. Uzun süre bu anıyı takas edebilmek için kararsız kaldım,
iç çatışmalar yaşadım. Ama sonunda, “Geçmişin duygusal yüklerinden arınmalıyım,” dedim kendimi ikna etmeye çalışır gibi. Onun gülüşünü, bana bakışını, Erzurum’a varmak için kalkan bir tren yolculuğundaki elini elime bırakışını… Hepsini Hafıza Borsası’nda süslü bir kadının klavyeden bir tuşa basmasıyla takas ettim, sildim. Karşılığında kusursuz bir yaz akşamı aldım. Gül yapraklarıyla süslenmiş bir masa, tanımadığım bir şehirde içilen beyaz şarap. Her şey çok güzeldi ama hiçbir şeyin içi dolu değildi.
Aynaya bir daha baktım. Yüzüm hâlâ aynıydı ama içimde konuşan ses yabancıydı. Gözlerim, bir adım geride gibiydi. Sanki düşüncelerim benden değilmiş gibi geldi. Bir tür yankıydı, sonradan eklenmiş bir izlenim. Korkmadım, sadece sersemledim.
Dışarı çıktım. Adımlarım beni bir meydana getirdi. Bankta oturan bir kadın beni görünce ayağa kalktı: “Beni tanımadın mı? Geçen yıl Bergama’daydık. O taş avluda gitar çalmıştın ya…”
Sesinde sitem yoktu. Sanki eski bir arkadaşla karşılaşmanın sevinci vardı. Ama ben… hatırlamıyordum. “Sanmıyorum,” dedim. Ama gözümün önüne bir görüntü düştü: kırmızı bir fular, rüzgârda titreyen bir çamaşır ipi, uzaklardan gelen bir melodi. O anı bana mı aitti? Yoksa bir başkasının geçmişini mi taşıyordum? Anılarımı takas etmiştim; boşluklarla, ait olmadığım mutluluklarla… Ancak anılarım benden sökülmüş olsa da ev içlerinde, sokak aralarında, kafelerde, parklarda… Anılarımı benimle yaşayanlar öylece duruyordu. Bense hatırlamıyordum. Hiç!
O günden sonra geceleri ağlamaya başladım. Sessiz, sebepsiz. Bazen uyanırken yüzüm ıslak olurdu. Ağladığımı biliyordum ama nedenini çıkaramıyordum. Sadece içimde bir şeyin eksildiğini hissediyordum. O boşluğun sesini duyuyordum geceleri. Kalın, eski bir sessizlikti bu. Sanki bir başkası hâlâ benim yerime yas tutuyordu.
Sonunda başka bir evde uyandım. Duvarları bembeyaz, mobilyaları sade bir oda. Komodinin üzerinde bir fotoğraf vardı. Benim gibi biri ve bir kadın. Gülümsüyorlardı. Kadın tanıdık gelmiyordu. Dahası o gülüş… sanki bana ait değildi. Aynı anda hem ben gibiydi hem de bambaşka biri.
Artık neyin bana ait olduğunu ayırt edemez hale geldim. Belleğim, bir müzayede salonu gibi. Raflarda kalmış birkaç anı kırıntısı, çoğu başkasının eliyle değiştirilmiş. Kendi geçmişimin nerede bittiğini, başkasınınkinin nerede başladığını bilmiyorum.
Son zamanlarda, “Küçük Pazar’dan söz edenler arttı. Resmi sistemin dışında çalışan bir grup. Kaydedilmemiş anıları buluyor, saklı belleklere sızıyorlarmış. Belki kendi anılarımı bulamam ama en azından gerçekten yaşanmış bir şeye dokunabilirim diye düşünmeye başladım.
Camı bir kez daha açtım bu sabah. Hava değişmişti. Portakal çiçeği kokusu daha güçlüydü bu defa. Belki de o koku hep oradaydı. Belki de ilk silinen hatıra oydu ya da hiç bana ait olmamıştı. Yalnızca içimde bir yere iyi oturmuştu.
Şunu öğrendim: Unutmak, bazen insanın kendini sessizce inkâr etmesidir. Hatırlamamaksa yavaş yavaş başka birine dönüşmek. Belki de en derin kayıp bu: Kendinin yerine başka birini yaşamak… İçimde hâlâ yerini bulamayan o soru dönüp duruyor: “Ben, şimdi kimin yerindeyim?”
Eyüp Erhun Köse
