0

Yerde dağılmış beyaz ve kömür rengindeki saç tellerine baktı. Evet, dağılmış saç telleriydi bunlar… İki renk arasında ki kontrast hoşuna gitmişti besbelli. Bu zıtlık, son günlerde yaşadığı karmaşık duyguları ve gelgitleri yansıtıyordu onun için. Hem şimdilik sayılması zor olmayan saç telleri vardı yerde. Ağrıyan sırtını aşağıya doğru eğdi ve tek tek dökülen telleri saymaya başladı.

Tek mi? Çift mi? Evet tek sayıydı dökülen teller. Tek ve yalnız olmak benim kaderim, diye geçirdi içinden.  Sonra saçmalama dedi kendi kendine. Alt tarafı dökülen bir saç öbeği… Ne ilgisi var? İçinden bu düşüncesini defalarca tekrarlamasına rağmen onu böylesine huzursuz eden neydi peki? Kaçınılmaz sonunun ne olduğunu biliyor olması mı? İstemsizce aynaya takıldı iri siyah gözleri. O simsiyah saçları eskisi gibi gür ve parlak gözükmüyordu artık. Hiçbir şey artık eskisi gibi değildi ve olmayacaktı. Bunu biliyordu, gerçeği kabullenmek zorunda olmanın verdiği çaresizlikle dökülen saçlarını bu kez itinasız ve umursamaz bir tavırla toplayarak çöp tenekesinin içine attı.

Saat 23’ e yaklaşıyordu. Bir günün daha bitmesine sadece 1 saat kalmıştı. “Ohh!” diye geçirdi içinden. Gözü duvarda asılı olan saate takılı kalmıştı. Saatin yarattığı ritmik ses ve hareket, içini huzurla doldurmuştu. Belki de bu saat, annesinden kalan tek tük hatıralardan biriydi onun için. Geçmişini hatırlamamak adına annesine ait hiçbir eşyayı istemediğini anlamıştı artık.

Bir an elini, saatin camını kırarak içine sokabileceğini düşündü. Hem böylece, saatin akreple yelkovanını birbirine çarpıştırabilecek, ikisini istediği an eliyle ittirebilecek, ileri-geri çevirebilecek, hatta isterse büküp kırıp atabilecekti. Böylelikle hem geçmişini değiştirebilecek hem de geleceği istediği gibi yönlendirebilecekti. Zamanı durdurmak, geçmişi ve geleceği değiştirmek değil miydi istediği? Sonra düşündü, değmezdi canını boşu boşuna acıtmaya… Başta annesi olmak üzere, kimse onun acıyan canı için üzülmeyecekti çünkü.

Ardından,  mutfak masasının üzerinde olan metal renkteki dijital saate takıldı gözü. İçi önce huzurla ardından kaygı ile doldu. Yine karmaşık duygular… Yine zıtlıklar… Hızla geçen zamana karşı nasıl yenik düştüğünü, ne kadar az vaktinin kaldığını, bir dijital saatin onu nasıl rahatsız ettiğini, o soğuk metal rengin, içini nasıl ürperttiğini, teknolojiyi sevmediğini, hiç bir zaman da sevemeyeceğini düşünerek pencereye doğru yöneldi. Bir önceki günü hatırlayarak pencereyi zorla açmayı denedi. Zorladıkça açılmak istemiyordu boyaları dökülmüş, beyaz renkli, eski ve yorgun pencere. Sevgi dolu gözlerle baktı Alice pencereye, babasını ve çocukluğundan kalan tek tük güzel anıları anımsayarak.

Hep bu pencerenin önünde beklerdi babasının eve dönüşünü. Sonra yine annesi geldi aklına. İçi daraldı. Niye her güzel duygunun ardından annesi aklına gelip onu mutsuz ediyordu? Niye bir pencereyi açması için bunca çaba harcaması gerekiyordu? Sonra tekrar pencere geldi aklına. Silkelendi. Evin içindeki soğuk yetmiyormuş gibi, hastalığı, bunca yılın getirdiği kırgınlık, yorgunluk, yalnızlık…  

Sonra temiz havayı derin derin içine çekti ve ciğerlerini düşündü, acaba onlar hallerinden memnun muydular? Bu hastalık aşamasında onların da keyfinin yerinde olmaması gerekmez miydi? O ciğerler ki senelerce ona hizmet etmiş, nefes almasını sağlamış, ama artık ona itaat etmemeye karar vermişlerdi. Onlara isim vermek istedi. Alice ve Bob. Alice sağ, Bob ise sol akciğeri temsil ediyordu. Alice, Bob’tan 1/5 oranında daha büyük nasıl olsa, ama ikisinin de birbirine ihtiyacı vardı yaşamlarını sürdürebilmek için.

Tekrar temiz havayı içine çekmek için zorladı kendini, hastalığının son dönemlerine girdiği için artık bayağı zorlanıyordu. Durup, soğuk havayı yüzünde ve gözlerinde hissetti bir an ve pencereyi üşümesine rağmen kapatmak istemedi. Soğuk rüzgâr yüzünü kesip geçiyordu.

Çocukluk anıları geldi aklına, ya da travmaları mı demeliydi? O kadar kötü bir çocukluk yaşamıştı ki, pek az güzel anısı vardı mutlulukla hatırlayabileceği. Unutup bastırmak daha kolaydı onun için.  Sonra pencereyi kapaması gerektiği aklına geldi ve yarın tedavi için gideceği klinik… Fazladan hasta olmak gibi bir lüksü yoktu.   Hiç bir konuda lüksü de olmamıştı zaten.

İçerisi iyice soğumuştu şimdi. Perdeyi kapadı ve yatağına doğru yöneldi. Krem rengi yatak örtüsünü kaldırmadan usulca kıvrılıverdi yatağın üzerine. Ağrılarını daha az hissedebilmek için vücudu dışında başka şeyler düşünmeye zorladı kendini.

Yanı başında duran lambayı söndürdü. Gözlerini kapadı ve çocukluğundan beri her gece okuduğu duasını tekrarlayarak uykuya teslim etti kendini. Yarının ne getireceğini düşünmeden ve umursamadan… Teslimiyet, çocukluğundan beri bildiği ve becerebildiği tek şeydi.

Ertesi gün çalar saatinin sesi ile uyandı Alice. Uyanır uyanmaz yaptığı ilk iş, elini başına götürmek ve saçlarını yoklamak oldu. Evet tüm saçları yerli yerindeydi. Emin olabilmek için yatağından fırladığı gibi aynanın karşısına attı kendini. Saçları eskisi gibi upuzun parlaktı ve omuzlarına dökülüyordu. Görmüş olduğu rüyanın etkisini üzerinden atarak “Ohh! İyi ki ben değilim.” diye sayıkladı. Bu duygusu hasta olan insanlara karşı duyduğu acıma hissinin yanında içinde gizli kalması gereken, iyi ki ben değilim mutluluğu duygusu idi. Hafif bir vicdan azabı izleyerek… Ama her şeye rağmen yaşamaya değer diye düşündü ve güne güzel ve sağlıklı başlamanın verdiği mutlulukla tuvalete doğru yöneldi.

Zeynep Gjervan

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler