SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
KIRIK BİR AŞK HİKÂYESİ
Neydi ona karşı hissettikleri? Aşk mı? Hayranlık mı? Neydi? Doğrusu bilmiyordu ama odasında onu beklerken kalbi nasıl da çarpardı. Ama geldiğinde bunu ona hiç söylemezdi. Sanki bir arkadaşı gelmiş gibi karşılardı onu. Neden? Bir hoca ve bir öğrenci oldukları için mi? O bir son sınıf öğrencisi, kendisi doktoralı bir öğretim üyesiydi. Aynı bölümde değillerdi ama, olsun, bu durum onu rahat hareket etmekten alıkoyuyordu.
İlk yemeğe çıkışlarını hatırladı. Allah’ım, o ne kadar güzeldi o gün. Gözlerinin bu kadar güzel, bu kadar mavi olduğunu sanki o gün fark etmişti. Söyleseydi ya bunları, iltifat etseydi ya. Belki de utangaçlığı idi bu tutumunun nedeni. Hep utangaç biri olmuştu. Ve bu yüzden bu yaşına kadar hiç ciddi bir ilişkisi olmamıştı. Utangaç mıydı, çekingen mi? Bu ikisi arasında bir fark olmalıydı.
Bir gün elini tutmak istemişti, bütün çekingenliğini yenerek. O da elini uzattı ama kısa bir süre için. Sonra çekti elini. Çok kırılmıştı elini çekmesine, bu yüzden bir daha elini tutmaya yeltenmedi. Bir yere gittiklerinde, dolaştıklarında kibar fakat mesafeli davranırdı. Aralarında bir türlü aşamadıkları bir şeyler vardı sanki. Belki zamanla yoluna girer diye düşünür, avuturdu kendini.
Fakat bir gün, belki ilişkilerini resmileştirmek işleri yoluna koyar diye düşündü ve ona “Hadi, bu beraberliğe ivme kazandıralım.” dedi. O ise hiç karşı çıkmadı. O kadar şaşırmış ve sevinmişti ki, hemen bir kuyumcuya gidip söz yüzükleri aldılar ve birbirlerinin parmaklarına taktılar ama o sırada hiç öpüşmediler, yanaktan bile.
Akşamları o yüzüğe bakarak onu ne kadar sevdiğini, hislerinin karşılıklı olduğunu düşünür, mutlu olurdu. Çıktıkları süre içinde onu hiç davet etmedi bekar evine; bunun uygun kaçmayacağını düşünürdü. Onun için O, o kadar kıymetliydi ki, uygunsuz bir şeyler yapmaktan çok korkardı.
Bu minval üzerine yürüyen ilişkileri, onun dönem sınavları başlayınca biraz aksadı. Artık eskisi kadar sık görüşemiyorlardı. Bazen sınav bitince odasına gelir, birlikte çıkarlardı fakülteden. Ailesinden bir tek erkek kardeşiyle tanışmıştı. Anne babasıyla tanıştırmayı teklif dahi etmedi. Onların haberi var mıydı acaba? Ya yüzük? Evde yüzüğü çıkarıyor muydu acaba parmağından?
O gün, o hiç aklından çıkmayan gün, bir sınavdan çıkınca gene odasına gelmişti. Birlikte çıktılar, fakültenin hemen yukarısındaki çay bahçesinde bir ağacın altına oturdular. O gün daha bir farklıydı sanki; daha uzak, daha soğuk. Ve aniden şunları söyledi: “Ailen tanışmak için gelecekti ya bu ay, ben … Ben iyice düşündüm ve … Söyle onlara gelmesinler.”
Bir an ne diyeceğini bilemedi buna karşılık, sadece boğuk bir sesle “Neden? Uygun bir zaman değil mi? Ne zaman gelsinler?” dedi ama bu sözlerin ne anlama geldiğini hemen anlamıştı. Bir an nefes alamadığını hissetti, yüreğine bir yumru oturmuştu sanki, işte en korktuğu şey başına gelmişti. O ise aynı soğuklukla devam etti: “Yürümeyecek bu iş… özür dilerim ama devam etmek istemiyorum.” İşte bu sözler üzerine, o hiç söylenmeyecek, söylenmemesi gereken kahrolası sözler döküldü ağzından: “Olur mu hiç, el alem ne der?”
O akşam son defa birlikte yürüdüler, hiç konuşmadan. Evlerine giden sokağın başına geldiklerinde durdu ve elini uzattı. Vedalaştılar.
Not: Artık yetmiş yaşıma merdiven dayadım ama bu sözler hiç aklımdan çıkmadı. Yıllarca sorguladım kendimi, nasıl söyleyebildim bunları diye? Nasıl ruhsuz, nasıl duygusuz bir cevap. Olacak iş değil. Neden böyle söyledim? Neydi amacım? Öylesine mi söyledim, ağzımdan mı döküldü istemsizce, yoksa … Yoksa onu incitmek mi istedim? Sanki ona karşı hiçbir şey duymuyormuşum ama bu ilişkinin sonlanması beni başkaları önünde zor durumda bırakacakmış gibi. Bu sözlerden başka ne anlam çıkabilir ki? Aslında onu ne kadar sevdiğimi söylemek varken, ona ne kadar tutkun olduğumu söylemek varken, ona bunları nasıl söyleyebildim? Nasıl? Nasıl?
Kaan Oğuz İnel