0

O BENİM BEBEĞİM

Nakliye firmasının elemanları son eşyalarımı da içeri sokarken karşı dairenin kapısı açıldı ve elli yaşını geçkince bir kadın gülümsedi. Önce bembeyaz dişleri göze çarpıyordu. Kuzguni siyah saçlarını tepede eğreti bir şekilde toplamıştı. Uzun, battal boy vücudu, neredeyse bütün kapıyı kaplıyordu.

“Hoş geldiniz! Güle güle oturun.” dedi aynı gülümsemeyi koruyarak. Arkasından ekledi.

“Çocuk var mı?”

Allah Allah! Niye sormuştu şimdi bu soruyu? Çocuk olursa gürültü olur rahat edemem, diye düşünüyordu galiba. Temizliğe yardım için gelen kapıcının karısı Gülcan, eliyle bir şeyler anlatmaya çalıştı o sıra. Pek önemsemedim açıkçası.

“Merak etmeyin, çocuğum yok. Evli değilim.”

Kadıncağız yüzünü astı. Biraz önce gösterdiği güzel, beyaz dişleri dudaklarının arkasına gizlendi.

“Ya! Üzüldüm.” dedi, boynunu bükerek. Gülcan kısık sesle beni çağırıyordu:

“Figen Hanım az bakar mısın?”

“İyi günler, görüşürüz.” deyip kapıyı kapattım.

Elinde toz bezi ile mutfağın kapısında duran Gülcan telaş içinde anlatmaya başladı.

“Figen Hanım, o konuştuğunuz kadın var ya… Rahatsız o. Yıllar önce düşük mü yapmış, çocuğu ölü mü doğmuş bilmem, işte öyle bir şey olmuş. Hastanede falan da yatmış. Hani şey… Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde… Bir daha çocuğu olmamış. Kocası da bakmış düzelmiyor, kahrını mı çekecek! Ayrılmış, gitmiş. Şimdi nerede çocuk görse sever, bakmak ister ama millet de korkuyor tabii. Biraz tuhaf hareketleri olunca…”

“Hay Allah! Ben de tam tersine çocuktan rahatsız olduğunu düşünmüştüm.” diye cevap verdim.

Demek sorunlu bir karşı komşum vardı. Gerçi her apartmanda böyle bir iki tuhaf kişi olurdu. Onlar da bu tekdüze hayatımızın renkleri, tuzu biberiydi. Burada da Fatoş Hanım, apartmanın aykırı kişisi olarak çıkmıştı karşıma. Yazıktı ama… Kimine Allah on çocuk verir, sokaklarda ziyan olur o çocuklar, kimi de bir tanenin hasretiyle el âlemin çocuklarını sevmeye çalışır. Acımıştım Fatoş Hanım’a. Kendi yalnızlığımın farkına varmamıştım şimdiye kadar. Oysa çok da genç sayılmazdım. Otuz altı yaşındaydım ve ne bir kocam ne bir çocuğum vardı. Ufukta da bir şey görünmüyordu.

Benim yeni ev maceram işim yüzünden oldu. Çalıştığım şirket Şirinevler’den Maltepe’ye taşınınca ev değiştirmek zorunlu olmuştu benim için. Bu zamanda iyi bir iş bulmak kolay mı? İşe yakın, bahçeli, giriş katında küçük ama şirin bir ev bulunca hiç düşünmeden komşularımı, marketteki Selma’yı, Kuaförüm Mehmet’i, Fırındaki çırak Sinan’ı bıraktım. Hiç düşünmeden değil elbet düşündüm biraz. Allah’tan alışkanlıkların esiri olmuş biri değilim. Hemen uyum sağlayabilirim. Yeni bir market, yeni bir kuaför, yeni bir fırın bulurdum.

Evimi seviyordum. Şirinevler’in gürültülü kalabalığından sonra sessizliğin keyfini çıkarıyordum. Zaman daha yavaş akıyordu sanki. Kendime ait vaktim çoğalmıştı. Hatta yıllardır duymadığım seslerin farkına varmıştım. Gece, özellikle sabaha karşı daha önce hiç fark etmediğim seslerin varlığını öğrenmiştim. Böceklerden bu kadar ses çıktığını bilmezdim. Gürültüde kaybolup gidiyormuş sesleri. Zamanın gürültüyle bir ilişkisi vardı. Gürültü olunca zaman da akıp gidiyordu. Oysa sessizlikte zaman yavaşlıyordu. Zaman ayrıntıda gizliydi. Yeni evimde gecelerin keyfine varır olmuştum. En büyük zevkim film izlemekti. O gece de sessizliğe inat bol hareketli bir aksiyon filmi izlemiş ve yatağıma yönelmiştim ki karşı daireden Fatoş ablanın –on beş günde hanımlıktan ablalığa terfi etmişti- sesiyle irkildim:

“Hanimiş benim bebişim? Karnı mı acıkmış prensimin?”

Fatoş abla kiminle konuşuyordu böyle? Daha sabah görmüştüm. Hastaneye gittiğini söylemişti. Bebek bakacağından falan söz etmemişti. Belki önemli bir toplantı için İstanbul dışına çıkmak zorunda kalan bir komşu, bebeğini bırakmıştı. Belki de bebeğin annesi hastalanmış, en uygun bakıcı olarak da Fatoş ablayı bulmuşlardı. Ama gündüz neyse de gece bebek emanet etmeleri tuhafıma gitmişti. Bu tür insanların, zararsız görünseler de, ne yapacakları belli olmazdı.

Sabah işe yetişme telaşıyla Fatoş ablayı da bebeği de unutmuştum. Tam kapıdan çıkarken onu bahçe kapısında kucağındaki mavi ayıcıklı battaniye ile görmeseydim o gün aklıma bile gelmezdi.

“Günaydın! Bu kimin bebeği Fatoş abla?” dediğimde, “Günaydın, sonra görüşürüz.” diye cevaplayarak telaşla taksiye bindi.

Öğle arasında o gazeteyi okumasaydım bu olayı takmayacaktım. Gördüğüm o haber içime bir kurt düşürdü.

“Maltepe’de özel bir hastaneden yeni doğmuş erkek bebek kaçırıldı. Mavi battaniyesine sarılı olarak…”

Mavi battaniye, erkek bebek… Kafamda şimşekler çaktı. Ya o bebeği Fatoş abla kaçırdıysa… Fatoş ablanın da bebeğin de başı belada demekti. Yok canım, o kadarına cesaret edemez! Ama belli mi olur? Üstelik akıl hastanesinde yatmış biri. Ne yapacaktım şimdi? En iyisi eve gidip ne olup bittiğine bakmak… Emin olmadan kadıncağızı suçlamak doğru olmaz.

Akşam eve geldiğimde yemek, bulaşık, duş derken işe güce dalıp komşumu unutmuştum. Yine komşumun sevgiyle yumuşamış sesi bebeğe övgüler düzüyordu.

“Hanimiş benim prensim? Karnı mı acıkmış bebişimin? Oğluşum büyüyecek, büyük adam olacak. Kızları peşinden koşturacak. Yüz verme o zillilere olur mu yakışıklı prensim? Şimdi annesi oğluşuna mama yapacak.”

Anlaşılan bebek hâlâ Fatoş abladaydı. Kaybolan bebekle ilgili son durumu merak ediyordum. İnternetten bir haber sitesine girip baktım. Bugün haberi tekrar geçmişlerdi. Bebeğin battaniyeyle çekilmiş resmi annenin elinde, gözünde yaşlar, yanında kocası poz vermişlerdi. Resmi büyüttüm. Evet, aynı battaniyeydi. Ayıcıklı mavi battaniye. Muhabir ailenin ağzından başlık atmıştı:

“İnsaf Edin!” Haber şöyle devam ediyordu. “Bebeğimizi alan her kimse, insaniyet namına geri versin. Sağ salim getirirse şikâyetçi olmayacağız. Bizi yavrumuzdan ayırmasın,” diyen aile perişan vaziyette yavrularının bulunmasını bekliyorlar. Çiftin ilk çocukları olan… Daha fazla okuyamadım.

O ara kapı çalındı. Kapıcı çöp toplamaya çıkmıştı. Bu konuyu konuşmanın tam vaktiydi. Apartmanda hiç kimse fark etmemiş miydi? Sadece ben mi huzursuzdum?

“Fatoş ablanın bebeği…” der demez karşı komşumun kapısı açıldı. Daha fazla konuşamadım. Fatoş abla çöpü verdi, kapıcıya birkaç şey ısmarladı. “İyi akşamlar.” deyip içeri girdim. Şimdi sırası değildi. Kadını tedirgin etmekten korkuyordum. İyice düşünüp ona göre bir adım atmalıydım. Bebeği de alıp kaçabilirdi. Ya da daha kötü şeyler olabilirdi. Yarın sabah kahve bahanesiyle konuşurdum. Öğlene kadar izin almıştım nasıl olsa.

O gece uyuyamadım. Arada bir karşı daireden ses geliyor mu diye baktım. Kulağımı duvara dayadım. Fatoş abla kısık sesle ninni söylüyordu. Birden fark ettiğim şey beni daha da huzursuz etti. Bebeğin sesini hiç duymamıştım. Aklıma kötü kötü şeyler geliyordu. Küçükken dinlediğim tuhaf hikâyeler gün yüzüne çıkıyordu. Bebeğini çok seven ve severken öldüren anneler, yalnız yatırmaya kıyamadığı için yatağına alan, sonra da uykuya dalıp ezenler… Sabahı zor ettim. Bu sorumluluğun altında kalamazdım. Vatandaş ve insan olmanın vicdani yükü beni rahatsız ediyordu. Yok, buna bir son vermeliydim.

Sabahleyin kararlı bir şekilde komşumun kapısını çaldım. Fatoş abla şiş gözlerle açtı.

“Günaydın! Bir şey mi oldu?”

“Yok, kahve içmeye geldim. Hem bebeği de merak ettim.”

“Ay! Uyutmuyor mu seni teyzesi? Kusura bakma çok gazı vardı gece.”

Ne diyecektim ben şimdi bu kadına? Nasıl anlatacaktım. Ne kadar da mutluydu. Ama öte taraftan gözü yaşlı anne baba ve daha önemlisi çocuğun hayatı söz konusuydu. Beni içeri davet etmemişti. Bebeği görmemi istemiyordu demek. İşi uzatmanın anlamı yoktu.

“Bak Fatoş abla, sen de bilirsin ki bir çocuğun yeri ana babasının yanıdır. Çocuğu ailesinden ayırmak çok büyük günahtır. Her şeyi biliyorum. Gel bebeği ailesine teslim edelim. Annesini gözü yaşlı bırakmayalım.”

Yüzüme öfkeyle baktı. Naif bir kadın olan Fatoş abla bir anda pantere dönüşmüştü.

“Ne demek istiyorsun sen? Ben onu kimseden almadım. Bebeğimi elimden mi alacaksın? O benim bebeğim.”

Çat diye kapıyı suratıma kapattı. Artık polise gitmekten başka çare yoktu. Vakit kaybetmeden en yakın karakola gittim, durumu anlattım. Polis eve kadar eşlik etmemi istedi. Kadının ne yapacağı belli olmaz, belki yatıştırmam gerekebilirmiş. İki polis memuruyla beraber eve geldik. Polis Fatoş ablanın kapısını çaldı. Kapı açılır açılmaz polisleri gören Fatoş abla çığlık atarak içeri kaçtı. Biz de peşinden girdik. Yatak odasının kapısında aynı mavi battaniyeye sarılmış bebekle dikilmiş duruyordu.

“Bebeğimi kimseye vermem.”

Polis ikna etmeye çalışıyordu.

“Hanım, bu suçtur. Başkasının bebeğini alıkoyamazsın.”

“Hayır! O kimsenin değil, benim bebeğim.”

Polis bebeğe doğru bir hamle yaptı. Fatoş abla nasıl olduysa o koca vücuduyla polisin koltuk altından sıyrılıp koridora koştu. Ben son anda elimi uzatıp bebeği tuttum. Bu da ne? Bebeğin kolu elimde kalmıştı. Fatoş abla dengesini kaybedip bebekle yere düşmüştü. Şaşkınlıkla elimdeki plastik kol parçasına bakıp kahkahayı koyuverdim. Günlerdir kaçırılan bebek zannettiğim şey oyuncak bebekmiş meğer. O yüzden hiç sesi çıkmıyormuş. Zavallı kadın bebek hasretini oyuncak bebekle gidermeye çalışıyordu ama yanlış anlamamın kurbanı olmuştu.

Binnur Tekinalp

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler