SEVDA YORGUNU Sevda sana başka ağır Bana başka ağır Dallarındayız Başka başka hayatların Açmayan kuruyan Mevsimler sana başka Bana başka Dallarındayız Kuruyan ömürlerin Bir...
KİRACI
B’nin denize kıyısı olsa belki bir nebze çekilebilir olurdu fakat boğucu meydanı, dar kaldırımları ve ağaçsız, beton sokaklarında yürümekten yoruluyor insan. Tek teselli göbekteki orta halli park. İçinde ördeklerin yüzdüğü yapay bir su birikintisi, irili ufaklı ağaç ve çalıların bittiği çimenlikler, boy boy laleler, çiçek tarhları dolu yollar var. Bu park olmasa B’nin hali nice olurdu.
B’ye atandığım ilk gün bir parça bavuldan ibaret eşyamla trenden inip yürüdüm. Gardan bu parka hızlı adımlarla yirmi yedi dakikada yürünüyor. Kalacağım ev parkın iki alt sokağında. Ev sahibim Hacı Emmi ile parkın önünde buluşacağız. Park, ilk görüşte hiç cezbetmedi beni. Şehrin rüzgârı, sisi, trendeki uykusuzluk hali iyice çöreklenmişti üstüme epey huysuzlandım. Hacı Emmi elinde bavulla bitkin yürüyen garip yabancıyı fark etmişti elbette. “Hooooo” diye bir gümbürtüyle şaşaladım. Kır saçlı, orta boylu, ellili yaşlarda bir ihtiyar bana el ediyor. Yanına vardım.
“Selamünaleyküm emmi.” dedim.
“Aleyna ve aleykümselam.” deyip elini uzattı, öptüm. Konuşa konuşa yola koyulduk. Emmi yirmi üç sene önce hacca gitmiş. Öncesinde Allah’a pek dargınmış anasını erken yanına aldığından. Hacdan döndüğünden beri dilinden Allah, peygamber, başından takke düşmüyormuş. Eve varana kadar askerliği dâhil çoğu şeyi anlattı.
Hacı Emmi B’nin yerlisi. Köyü, merkezden kırk beş dakikalık uzaklıkta. Anası, Emmi daha altı yaşındayken ölmüş. Babası Emmi’yi evlendirip girmiş toprağa. Süt ürünleri dükkânı var. “Sen uğurlu gelivedin.” diyor.
“Eyvallah Hacı Emmi. Hakikaten öyle mi?”
“Hakket. Süt alıve?”
Emmi’yle üç günde ahbap olduk. Oturduğum apartmanda üç dairesi var. İki hanımıyla köyde yaşıyor. Dükkâna büyük oğlu Hasan bakıyor. Emmi kafasına esince teftişe geliyor dükkânı. Cuma namazını mütemadiyen dükkânın karşısındaki Paşa Cami’nde kılıyor. Buranın hatırı sayılır, sözü geçen esnafından. Bekara verilecek kiralık evi yokmuş ama araya Bekir Hoca girmiş. Bekir Hoca yatılı okuldan edebiyat öğretmenim. B’liydi. Buraya geleceğim haberini alır almaz aradım, durumumu anlattım. Bekir Hoca’nın tanıdıkları Hacı Emmi’yi ikna etmiş. Fakat Emmi yaman adam. Bu delikanlı kimdir, nedir bir bakışta anlarmış, ondan kendi gelmesi icap etmiş, gözü tutmasa geldiğim yoldan geri dönermişim. Anam babam beni iyi yetiştirmiş. “Allah ikisinden de razı olsun.” diyor emmi.
Akşamları işten çıkınca parka uğruyor, yalnız hiç oturmuyordum. Koru içinden yürüyüp eve gidiyor ya da ufak köprünün üstünden ördeklere bakarak saati altı ediyordum. Oturursam düşüncelere dalmaktan, istifa edip İstanbul’a dönmekten korkuyordum.
Üç Aralık’tı. Fena bir ayaz vuruyor, iliklerime kadar üşüyordum. Bir an önce eve gitmek tek arzumdu. Hızlıca parktan geçerken soğuktan kendimi iyice kaybetmiş olacağım, yol üstündeki bir taşı göremedim ve tökezledim. Aklımdaki bin bir düşünce kayboldu, anın farkına vardım ama çok geçti. Bileğim burkulmuştu, elimde ufak sıyrıklar vardı, pantolonum feci haldeydi. Yırtık, diz kapağımdaydı, daha da kötüsü yamanacak türden değildi. Yeni pantolon alınacaktı herhalde. Silkelendim, ayağa kalktım. Ayağımın üstüne basınca sızlıyordu. Mümkün mertebe basmadan eve gidebilsem hemen uyuyacaktım.
“İyi misiniz?”
İncecik bir ses. Önümde dikilen ufacık bir kadın. Yüzünü görmesem çocuk sanacağım. Şaşırdım. “İyiyim.” dedim. “Ufak bir kaza.” Kadın, pantolonun halini görmüş olsa gerek, yüzünü buruşturarak bana bakıyordu. “Olmaz.” dedi. “Bu halde yürüyecek misiniz?”
Arkadaşım Ertuğrul’u düşündüm. O olsaydı; kadının koluna girmiş, kendini eve bıraktırmış, bir tas çorbasını yaptırıp bir de randevu ayarlamıştı.
“Evet. Yo zahmet etmeyin. Yürürüm. Kötü değil. Bir parça burkulma. Hayır hayır evim iki sokak ötede.”
Kadın beni hiç dinlemiyordu. Bu zorla güzellik, ilgi ve kadın şefkati doğrusu hoşuma gitmişti. Ama çekincem koluma girip benimle yürüyen bu kadınla mahallede görünmenin Emmi’nin hoşuna gitmeyeceği idi. Emmi tersi ters bir adam, bu kış kıyamette beni evden atarsa nerede kalırım bunu düşünüyordum.
Sağa dönüyoruz. Çok değil, altı yüz metre sonra işte benim evim, ya sonra? Onu tekrar görme isteğiyle yanmaya başlıyor içim. Belki hayatımı ona bağlayacağım, neden olmasın? Boyu kısa biraz ama mühim değil. Yüzüne dikkatli bakamadım. Kara gözlü Türkan Şoray gibi. Saçları uzun lüle lüle, rüzgâr kokusunu taşıyor bana, ah ne güzel kokuyor! Kadın kokuyor. Adı Şehrazat muhakkak. Bu isim yakışıyor ona. Bir şeyler anlatıyor. Dinliyorum. Adı Şehrazat değil, Gülseren. İsmimi, işimi sordu. İstanbulluyum deyince güldü. O da Mersin’den gelmiş. Parmağında yüzük yok. Yaşı on dokuzdan fazla göstermiyor. Düşünüyorum. Ömrümün sonuna kadar benim olur mu Gülseren? Olur gibi geliyor. Ona âşık olmak, onu çok sevmek istiyorum.
Eve geldik. Üçüncü kata… Eve gelmek istedi. Reddettim. “Ev sahibim hacıdır. Kulağına yanlış gider.” dedim. Pantolon için bir terzi ismi verdi. Artık gidecek. Kapı önünde durmaması lazım geliyor. Sıkılıyorum. Gülseren, Gülseren…
“Sizi tekrar görebilir miyim?”
“Tabii. Fakat dinlenin biraz.”
“Tabii. Dinlenirim. Eh, ne zaman görebilirim yani elbette dinlenirim, bu hafta içi akşamları ya da hafta sonu isterseniz öğlen…”
“Cuma akşamı saat 17.00’de Ş. Pastanesi öyleyse.”
Vedalaşmalar. Eve giriyorum. B’ye geldiğimden beri ilk kez içim kıpır kıpır, aklımda yalnız o var. Onu sevebilir, mesut bir adam olabilirim. Evin sarı-siyah duvar boyası bu akşam çirkin gelmiyor gözüme, dünden kalan çorbayı ısıtıp yemek için istekliyim. İştahsızlık, uyuşukluk bedenimden akıp gitti sanki. Kısacık zamanda beni bu kadar iyi ettiyse Gülseren’le belki B’ye bile alışacağım!
Ertesi gün öğle vakti Muhsin’e Ş. Pastanesi’ni soruyorum. Muhsin tarif ederken uğursuzluk bitleniyor kafamda. Ş. Pastanesi sütçü dükkânının yanında, Emmi’nin cumayı kıldığı Paşa Cami’nin tam karşısında, B. kızlarının randevulaşma mevkisiymiş. Canım sıkılıyor. B’nin çamurlu sokaklarındaki gölgeler kaplıyor aklımı. Huzursuzluğum artıyor. Yine istifayı, İstanbul’u düşünüyorum.
Eda Kara