EYLÜL “Tamam, geliyorum.” diye kapattı telefonu. Vestiyerden mont geçirdi sırtına. Ne saçına baktı ne başına. Üstünde alelade bir kazak, altında mavi bir kot pantolon…...
BÖCEK
Gece kaçta biterse bitsin, güneş üstüme doğmaz benim. Ama bugün, her zamankinden daha da sabırsızdı. Uykuyla uyanıklık arası bir yerlerde kalkmamak için direnirken, yüzümde hissettiğim nazik dokunuşlar ve acıklı mırıltılara daha fazla dayanamadım. Sevdim, öptüm, kucakladım. Hayır, isteği bu değildi.
Yaş mama vakti çoktan gelmişti. Daha fazla sabretmenin bir anlamı yoktu. Sevgili kölesi bir an evvel görevini yerine getirmeliydi. Aksi hâlde, muradına erememiş her masal kahramanının yapacağı gibi, gökten düşen üç elmayı kafasında paralamak işten bile değildi. Cazibeme daha fazla dayanamayan annem, nihayet gidiyor mutfağa diye söylendi.
Lambanın çiğ sarı ışığı gözlerimi dağlamaya çalışırken, buzdolabının kapağını açtım. Malzemeleri çıkartıp kaplara yerleştirdim. Üzerimdeki psikolojik baskı, bacaklarımın arasında tüm sevimliliğiyle devam etmekteydi.
Vuslat ânını görmenin verdiği uhrevi duygular, şükür ve teşekkür faslının ardından baktım; hâlâ saat 04.30. “Hadi kızım,” dedim, “bir yarım saat daha uyusak kâr.”
Yastığa ramak kala, başımın sol tarafından yatağa bir hamam böceği düştü. Çığlık çığlığa gözyaşlarına boğulmuşken, “ölsem kaç günde bulunabileceğim” geçti aklımdan. Bu kadar gürültü patırtının ortasında Tanrı’nın insanları tarafından yok sayılışım… Sonra fark ettim ki attığım çığlıkları kendim bile duymuyordum. Hangi ara, kim öğretmişti böyle sessiz çığlıklar atmayı bana? Rüyada mıydım?
Nerede olursam olayım, dağınık düşüncelerimi toparlayıp ondan kurtulmam gerekiyordu. Baş edemediğim her şeyden kurtulduğum gibi… Karanlıkta sersemlemiş, yatağın ortasında öylece duruyordu. Elimle yakalayıp, parmaklarımın arasında iyice ezdim. Uyandırdığı garip his, tahmin ettiğim gibi değildi. Bir cesaret, ışığı açıp avucuma baktığımda siyah saç tokamla göz göze geldim. İçimi çeke çeke ağladım. Çocuklar gibi. Korkaklığıma, panik atağıma ve bunların arkasından sarı dişleriyle pis pis sırıtan yalnızlığıma…
Banyoya gittim. Yüreğimdeki küçük kız, aynadaki 46’lığına “merhaba” dedi. Muhatap olmamak için kaçırdım bakışlarımı. Yüzümü yıkarken beynim, anılar cehennemine olan yolculuğuna çoktan başlamıştı. Yirmi beş yıl öncesine gittik birlikte. Sıfırı tüketmeme ramak kalan o yaz akşamına. İnsanlardan ve aşktan hâlâ vazgeçmediğim zamanlara. Gölgesine sığındığım insan müsveddesinin yanında uzanırken, kulağıma kaçan karıncaya. Gecenin bir vakti kulağım diye çığlık atarken yediğim tokata. Zırlamalarım bitmeyince insafa gelip gittiğimiz banyoda, soğuk duşun altında boğulup can veren karıncalara…
Titreye titreye sürüklenişim, yatağa fırlatılışım. Hayret… “Zıbar, yat!” deyişinin yarattığı duygusal hezeyanlar hâlâ tazeliğini ve nefasetini korumaktaydı. Yattım. Günün ağarmasını usulca bekledim. Ömrümün sonsuzluğa uzanan bekleyiş anlarından biriydi. Kendi dünyamda yaşattığım aşkımın miadı çoktan dolmuş, inatlaşıp ısrar etmenin bir faydası kalmamıştı. Sabah erkenden kalktım. Kırık dökük hayallerimi, son insanlık onurumu, beni ben yapan ne kaldıysa toplamaya başladım. Son bir kez baktım yataktaki canavarıma. Koridordan sessizce ilerledim. Anahtarı usulca çevirdim. Ayrılık, ahşap bir kapının ardında beni bekliyordu. Tam adımımı atacakken arkamdan sıkı sıkı sarıldı:
“Nereye gittiğini zannediyorsun?”
“Seni terk ediyorum,” dedim.
“Yapamazsın,” dedi. “Sen bana kıyamazsın.”
Kıyamadım…Gidemediğim eve, geri döndüm. İki gün boyunca bile isteye kandığım sevgi ve şefkat gösterilerinin sonunda yediğim dayak… Zifiri karanlıkta, ayağımdaki terliklerle kendimi sokağa atışım. Çevre yolundan şehre ulaşmak için bir saat süren yürüyüşüm. Soluklandığım parkta günün ağarışını dualarla bekleyişim. “Merhabadan” öteye gitmeyen samimiyetteki arkadaşlarımın evine, sabahın köründe sığınışım…
Bir film karesi gibi hızla akmaktaydı geçmiş. “Dur!” dedim, “Artık dur. Daha ötelere gitme, boğulacaksın.” Durdu. Bunları düşünürken, çömeldiğim yerden uyuşmuş dizlerimi ovalayarak kalktım. Hayatın kuduz köpekler gibi saldırdığı anlarda aldığım o pozisyondan doğrulup beton dökülü bacaklarımı sürükleyerek odama geri döndüm. Etrafa saçılmış ölü toprağımı üzerime sıvayıp ana rahmine sığınır gibi sığındım tek kişilik yatağıma. Islak kirpiklerim birbirine kenetlenirken, tuttuğum soluk kaçmayı başardı ciğerlerimden.
“Yok bi’ şey,” dedi içimdeki ses. “Her şey çoktan bitti ve geçti. Sen mağaranda uyumaya devam et; dirileceğin gün, gelinceye dek…”
Zerrin Keskin
