ISKALAYAN TAŞLAR Savruk rüzgârlara verdim adının baş harfiyle başlayan bütün kelimeleri ıssız bir günün alacasında kuşluk vaktine sürgün zamandan sor umarsızlığımı döksün...
DİJİTAL GÜNAH
Gece uzun, sessiz ve yıldızsızdı. Odasındaki bilgisayarın ekranı parlıyor, ekrandan gözlerine yayılan kızıllık titrek bakışlarına sersemletici bir heyecan armağan ediyordu. Kazanmak ile kaybetmek heyecanın son kertesi hep kaybedişle sonlanıyordu. Son kayıplarını bir gece önce masaya vermişti. Sanal masa. “Bu sefer kazanacağım.” diyerek başladığı gecenin sonuncusuydu. Tüm umutlarını bir tıkla yakmıştı.
Bu son gece olacaktı. Son veda.
Son mektup.
Son dokunuş…
Yatağından sessizce doğruldu. Eşinin zayıf, çelimsiz bedenine bir süre baktı. Yastığın üzerine dağılmış kahverengi saçlarına parmaklarını usulca dokundurdu. Her bir tel, birlikte geçirdikleri yıllardan bir hatıra gibiydi. Parmakları saçların arasında gezinirken, ilk tanıştıkları zamanı, nişan yüzükleri, düğün merasimi, çocuklarına isim seçişleri, birlikte geçirdikleri tüm anılar boğazına düğümlendi. Sessiz bir veda gibiydi. Habersiz elveda.
Bu gece bitirecekti. Bir daha döndü eşi Selvi’nin yüzünün tüm hatlarını gözleriyle beynine kazıdı. Sonra hatıraların derinliklerinden koparak çocukların odasına geçti. Kız üç, oğlan beş yaşlarındaydı. Sarı renkli gece lambanın ışığı minik ellerin ve ayakların üzerleri çökmüş dertsiz tasasız uykuya dalmışlardı. Onların geleceklerini masaya gömdüğü için özür diledi, sarıldı. Dünyanın lekesi değmemiş çocukların yanaklarını öptü. Şimdi uyanıp “Baba niye ağlıyorsun?” diye sorsalar onlara ne diyecekti?
“Ben kumar oynadım ve son paramı da kaybettim. Kumarbaz bir adam olduğum için kimse bana borç vermiyor, o yüzden bu kadar üzgünüm ve sizlerden çok özür dilerim mi?” diyecekti.
“Annenizin mehir hakkı altınlarını hiç ettim mi diyecekti?”. Selvi altınlar ile küçük bir araba alacak kalanları ise gerdanlık niyetine akranlarına çalım satacaktı belki. Zararsız hevesti, ufak bir mutluluk. İlk işe başladığında jest yapıp aldığı yüzük dahi masanın kirli parmaklarındaydı artık. Geri dönülmez çizgiyi aşmıştı. Özür ve pişmanlıkların faydası yoktu. Onur’un payına utanç düşmüştü. Hayal kırıklıkları. Çıkmazlıklar sarmalı.
Oradan çalışma masasına geçti. Kendisi ile baş başa kaldı. Kim açmıştı bilgisayarı? Ekranı açıktı. Gün boyunca uğramamıştı odaya. Anlamlandırmakta zorlandı. Aynasının parlaklığı solmuş bilgisayar:
“İşte böyle, kumarda hep masa kazanır. Masa, ak günlerine kara geceler çalar. Ciğersiz adamlara muhtaç eder.”
“Gündüzlerin zillet gecelerin dert olur.” Sinsi şeytan gibi zaferinin fısıltılarını gönderiyordu.
“Yenilen pehlivan güreşe doymazmış…”. Onur çocukların nafakasını her gün bin kayıpla yitirmişti.
Bilgisayarın fısıltıları devam ediyordu:
“Masa” denilen zenginlerin küpünü benim aracılığımla senin gibi enayiler doldurur. “Bittin Onur! İşte buraya kadar…”. O güçsüz beyninizi masadakiler zehirler, sömürür…
Bilgisayar kendi eşyalılığının hakikatini kaybetmişti. Mekanik bir canavardı sanki. Halbuki
‘Eşya hakikatti’. Eşyanın / maddenin hakikatini yitiren Onur’du. Eşyadan biçtiği dikendi. Masadakiler paraya aç birer oburdu.
Evet evet bilgisayar konuşuyordu:
“Masanın üstündeki kalemi al ve eşya karşısındaki yenilginin vedasını yaz sevdiklerine. Haydi yaz.”
Tahrik edercesine konuşmamaya devam ediyordu:
“Al kalemi ve yaz… Yaz!”
Onur, kâğıt ve kalemi almadı. Bilgisayarda bir dosya açtı klavyenin tuşlarına dokunmaya başlayarak soğuk ekranın aynasına içini dökmeye başladı.
“Allah’ım beni affet, bir çıkmazın içine girdim. Çırpındıkça battım. Çok utanıyorum. Bu utanç beni yıktı. Canım annem, elleri nasırlı hayatı boyunca alnının terinden başka kimseye minnet etmeyen fedakâr babam; bu bataklık ile köye dönemem. Biricik eşim dünya güzelleri çocuklarım sizden özür diliyorum. Sizlere verdiğim sözlerin hepsini çiğnedim. Kötü biri değilim aslında. Alnıma kazınan bu leke ile yaşayamam. Her şeyimi sanal kumarda kaybettim. Hiç uğruna. Bana her türlü maddi manevi desteği veren sizlerin yüzüne bakacak mecalim kalmadı. Şimdi gidiyorum. Allah sizlerin yar yardımcısı olsun. Yapmam dediğim kötülüğü yaptım. Lütfen beni kınamayın ve kızmayın. Kalan borçlarımın aileme yüklenmemesi için güzel insanlar elinden geleni yapsın. Çocuklarıma iyi bir gelecek hazırlayamadım. Kötü baba olmak berbat bir duygu. Beni morgda çok bekletmeyin. Orası soğuk. Soğukluğu sevmiyorum. Ölümümden sonra kimse kendini sorumlu hissetmesin. Sorumlu benim sadece. Dün mesleğimden de atıldım. Kaybettikçe çok oynadım ve daha çok oynadım. Çok kaybettim. Babam çocuklarım sana emanet. Sevgili eşim… benden sonra üzülme kendine yeni gelecek kur. Seni çok seviyorum özür dilerim.”
Ekranı yine açık bırakarak balkona çıktı. Saat hayli ilerlemişti. Arkadan umulmadık bir ses:
“Baba ne yapıyorsun burada?” diyen kızıydı.
Oğlu:
“Sen odanda çalışırken annemle beraber sana kahve yaptık. Salonda seni bekliyoruz. Gel kahve içelim.”
Odasına geçti ekrandaki mektup yazısı mucizevi bir şekilde değişmişti: “İnsan sadece ekmekle mi doyar, meta ile yaşar. Eğer sevgi zorlukları aşmaya yetmiyorsa ekmek dediğin nedir ki… Sen bize ekmek değil sevgi verdin. Aldırma. Varsın masa kazandığını zannetsin. Bir yudum kahveni burjuvazinin o masa dediğin gözü dönmüşlerin tüm varlıklarına değişmeyiz. Gülüşün yeter. Onlar ‘Maneviyatı maddeyle ölçerler. Biz sevgiyle ölçelim.’ Onur’un sen kuzusun. Mühim olan kuyruğuna takıldığı kurdu terk edebilmek” …
(Mektubu Sevil değiştirmiş olmalı.)
Salona geçerken bilgisayar ekranı kapattı. Sarhoşun kendisini bıraktığı boş bir şişe gibi sırtını döndü ve ailesinin yanına yürürken kahvenin kokusu içine çekti. Şafak sökmüş yeni bir gün onları karşılıyordu. Onur, bilgisayar dediğimiz eşyadan:
“Masa her zaman kazanmaz… bazen bir fincan kahve, bazen iki çocuğun sesi kazanır.” mesajını sezinliyordu.
Abdulvahap Sert