ISKALAYAN TAŞLAR Savruk rüzgârlara verdim adının baş harfiyle başlayan bütün kelimeleri ıssız bir günün alacasında kuşluk vaktine sürgün zamandan sor umarsızlığımı döksün...
TOMURCUK ÇAY
“Bazı sabahlar, çay demlenmeden, söz söylenmeden ağırlaşır. Yaşlılık, o ağırlığın suskun hâlidir.”
Uykuyla arasının iyi olmadığı zamanlar yaşıyordu Sedat. Geceleri gözünü tavana dikip sabahı beklemek onun için alışıldık bir hâle gelmişti. İşte öyle bir gecenin ardından, gün daha tam aydınlanmadan, kendini dışarı atmak istedi. Sokaklar bomboştu. Ne bir korna sesi ne de işe yetişme telaşıyla sağa sola bağıran insanlar vardı. Oysa evde herkes hâlâ uykudaydı. Öğleye kadar kalkmazlardı, biliyordu.
Kahvehaneye gitmek için bahanesi hazırdı: Ekmek almak… Emeklilikle birlikte herkesle aynı saatlerde uyanamamak, konuşacak insan bulamamak, Sedat’ın zamanla alıştığı yalnızlık türlerinden birine dönüşmüştü. Evde sigara içmesine izin verilmediği için sokağa çıkmak onun da işine geliyordu bir yandan.
Taze ekmek kokusunun geldiği yöne doğru yürüdü. Kendisine bir simit, evdekilere de iki ekmek aldı. Hemen ardından yolunu kahvehaneye çevirdi. Her zamanki yerine, cam kenarındaki masaya oturdu. Garson onu görür görmez gülümsedi, hiç oyalanmadan yanına geldi.
“Erkencisin Amca Bey… Uyku mu tutmadı yoksa?” dedi.
Sedat, okuduğu gazeteden başını kaldırdı. Garsonla göz göze geldi, dudakları kıpırdadı ama bir kelime bile dökülmedi ağzından. Sanki kelimeler zihninde kilitlenmiş, çıkacak yolu bulamıyordu.
“Ne içersin?” diye bilindik soruyu sordu delikanlı.
Sedat düşündü… Düşündü… Ama o üç harfli kelime, dilinin ucuna bir türlü gelmedi. Çay. Sadece çaydı demek istediği. Ama yapamadı.
Garson bunun üzerinde fazla durmadı. Zaten kahvehane müşterilerinin her türlüsüne alışkındı. Bazen sarhoşlar kahvenin kapısında sızar, bazen delilikle akıllılık arasında gidip gelen adamlar sabaha kadar masa tutardı. Yaz aylarında tatilcilerle dolan kasabanın bu halleri normaldi artık.
Sedat’ı az çok tanırdı. Sessiz, kendi hâlinde bir adamdı. Sohbet ederdi, bazen şakalaşırdı ama bugünkü hali farklıydı. İsteğini söylemese de tomurcuk kokulu çaydan bir bardak getirip usulca önüne bıraktı.
Sedat çaya dokunmadı. Yerinden ağır ağır kalktı. Garson arkasından seslendi:
“Bugünlük benden olsun”
Ama Sedat ne duydu ne de dönüp baktı. Yalpalayarak yürümeye başladı. Çevresindeki her şey topaç gibi dönüyordu. Ayakta zor duruyordu artık. Elindeki ekmek torbasına sıkı sıkıya sarıldı. Sanki tek sabit kalan oydu dünyada. Sonra bir kez daha garsonun sesi duyuldu kulaklarında, boğuk ve uzaktan:
“Hey! Amca Bey!”
Ve Sedat griliğin içine gömüldü.
O an, yıllar öncesine (o kahvehanenin ilk açıldığı güne) geri döndü zihni.
Kırklı yaşlarının başındaydı. İki küçük çocuk babasıydı. Henüz tütün kokusu, yalnızlıktan değil, neşeli muhabbetlerden yayılırdı. Kahvehane o zamanlar kendisinindi. Sabah erkenden açar, çay suyunu koyar, sandalye sesleriyle sessizliği bozar, sonra köşedeki radyoyu açardı. Müşterilerden biri mutlaka erken gelirdi. Biri okey taşlarını dizerdi, diğeri sütlü kahve isterdi. Akşamları herkes dağıldığında, kendi demlediği çaydan bir bardak alır, ön kapının önündeki tabureye oturur, ayaklarını uzatırdı. Herkes gider, o kalırdı.
Ama sonra işler değişti. Oğlanlar büyüdü, eşinin hastalığı başladı. Ev geçindirmek zorlaştı. Kahvehaneyi devretmek zorunda kaldı. Adı kaldı sadece köşedeki camda: Sedat’ın Yeri. Yeni sahibi tabelayı indirmeye kıyamamıştı. Ama artık Sedat, kendi yerine müşteri olarak geliyordu.
Evde her şey olması gerektiği gibi görünse de hiçbir şey yerli yerinde değildi aslında. Oğlu Ahmet, sabahları uyur, geceleri bilgisayar başında saatler geçirirdi. Eskiden birlikte yürüyüş yaptıkları günler artık anıdan ibaretti. Konuşmaları kısa, yüzleri yorgundu.
Gelini Ceren nazikti ama uzak. Sigaradan rahatsız olduğunu söyleyip balkona bile çıkmasına itiraz ederdi bazen. Ama en azından saygı vardı aralarında; suskun ama çatışmasız bir denge.
Torunu Deniz ise evin tek güneşiydi. Çocuk, dedesinin çakmaklı ceketiyle oynamayı, kucağında uyumayı severdi. Sedat bazen, sabah erkenden uyanan torununa gizlice sütlü çikolata verir, “Bu aramızda tamam mı.” diye fısıldardı. Ama Deniz her seferinde gidip annesine anlatırdı.
O sabah Deniz uyanmamıştı. Vedasız çıkmıştı Sedat. Belki de o yüzden eksikti o gün her şey. Çay bile hatırlanamayacak kadar uzakta bir şeydi artık.
Gözlerini açtığında tavanda loş bir ışık titriyordu. Başının içi uğultulu bir boşlukla çınlıyordu. Göz kapaklarını yeniden kapatmak istedi ama bir ses buna engel oldu.
“Amca, kendinize geldiniz. Geçmiş olsun.”
Bembeyaz bir önlük, gözlerinin hemen üstünde belirdi. Arkasından başka bir doktor gülümseyerek yaklaştı:
“Kafanın içi bayağı güzelmiş,” dedi hafif bir şakayla. Ama korkulacak bir şey kalmadı, beyin kanaması geçirmişsiniz. Şanslıymışsınız, tam zamanında getirmişler.
Sedat yutkundu. Konuşmak zordu ama bir kelime, hâlâ içinde kıvranıyordu. Sonunda kısık bir sesle fısıldadı:
“Çay… çay içecektim sadece…”
O sırada kapı aralandı. Hemşire başını uzattı:
“Küçük biri geldi, sizi görmek istiyor. Dede diyormuş… alayım mı içeri?”
Sedat gözlerini kırptı. Birkaç dakika sonra içeri tombul yanaklı, kıvırcık saçlı küçük bir çocuk girdi. Elinde buruşturulmuş bir çikolata paketi vardı. Cebinden çıkarıp yatağın yanına bıraktı.
“Dede… bak! Sütlü olanı buldum.”
Sedat’ın gözleri doldu. Ağır ağır elini uzattı. Küçük parmaklar onun parmaklarını kavradı. Dışarıdan gelen tüm uğultular sustu, makinelerin sesi bile geri çekildi sanki. O an, yalnızca o tomurcuk an kalmıştı dünyada.
Doktor fısıldadı:
“Bu çocuk… İlaç gibi geldi sanki.”
Hemşire başını eğdi, gözlerini Sedat’a çevirdi:
“Bazı çaylar, sadece tomurcukla demlenmiyor, değil mi?”
Nurdan Aladağ