SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Mutlak mutluluk var mıdır? İnsanın içini deliye çeviren, sonsuza kadar huzur veren, hiçbir kaygı ve karmaşa içermeyen… Gülümsemeyi unutan, “Bir kedim bile yok.” diyen o kız çocuğu, hiç ölmeden sonsuza dek mutlu yaşar mı içimde?
Vapurun deniz yüzeyinde inen kalkan ritmine kapılınca, gökyüzü ayna gibi tastamam başımın üzerinde sahipsiz kalınca, , hani uçurtmanın ipini yakalarsın da parmakların acıdan kopar ya işte özgürsündür, adın özgür olmanın içinde yer alır. Özgürken yaşıyor olabileceğimi düşündüm. Yaşamak özgür olabilmenin kan kardeşiydi. Başımı ulu göklere kaldırdığımda yedi göbekten saraylı martılara gözüm ilişti. İstanbul’un asıl sahibi olan martılara…
Onları görmek beni mutlu etti. Şu güneşli ilkbahar gününde martıları izlemekten, vapurda giderken parmaklarımın arasında susamları azaltılmış fakir simitleri onların ıslak gagalarına doğru atarken, sonsuz mutluluk kavramını düşündüm. Rüzgârın içimi dolduran hoş sesi, binlerce güzel nota yaratmış olan Beethoven’in nameleri gibi üzerime yapışmış duruyordu. Kaldırıp kafamı gökyüzüne baktığımda kaçak bir yağmur bulutunun, güneşi alaya alan sobelemece oyununa katılmak istedim. Güneşi gizlemek, onu örtmek büyüklüğü karşısında “Seni şakaladım.” demek istedim; ama biçare insanım, aksak ve yalınım. Bulut bile olamam.
Şehrin kıyılarını ve vapurdaki insanları gözlüyorum. Telaş almış başını gidiyor. İş, güç, belki de kuru kalabalık tüm dertleri. Mutluluk etrafımı sararken galiba mutsuzluklarım daha çok, diye düşünmeden edemedim. Göremiyorum olası mutlulukları ve bakamıyorum yeteri kadar hayata. Mutluluk yemeklerden sonra alınan ilaç gibi… Renkli drajeler kadar hacimleri ufak mutlulukların. O küçük drajelerden anlık mutluluklar çıkıyor. O anlık mutluluklar birleşerek büyüyor sonunda kocaman olmuş bir huzur denizinde insanı yüzdürebilecek hale geliyor; ama bunu başaramıyorum. Çünkü dünya gelen bir yıkım bile beni üzebiliyor, bazen hiç sebep yokken melankolik bir ruh haline bürünebiliyorum.
Mutlak mutluluğu bu dünyada yakalayacağıma inanmıyorum; çünkü mutlu olma şartlarına sahip değilim. Ola ki ahiret hayatında cennetle müjdelenen kullardan olursam orası ayrı… Hayat orada mucizevî bir şekilde akarken, benim bu rahattan sıkılmam söz konusu olur mu? Hiç sanmam. Ahiret şartları içinde bir sarayda yaşasam, her şey ayağıma hazır gelse, etrafımda dolaşan onlarca hizmetçim olsa, istediğim an yiyip içsem, istediğim an uçup gitsem, sınırları zorlayarak, Âlemin tüm bilinmezlerini keşfe çıksam, yeşil kırlarda koşsam…
Ah! Koşmak… Rüyalarımın tek gerçeği… Nefessiz kalıncaya kadar, ter sırtımdan çıkıncaya kadar, ağzım dilim kuruyana kadar koşmak… Rüzgârı arkama alarak, kırlara yeni çıkmış bir tayın hafifliğinde koşmak… Uçarcasına, coşarcasına, durmadan, dinlenmeden, hiç ölmeden koşmak… Sonra yorulmak ve bilmek koşmanın insanı koşarken de yaşayabileceğinin… İşte bunun için cennete inanmıyorum. Koşabileceğimi bildiğim için ertelenmiş mutluluklarımı ikinci hayatıma saklıyorum.
Muhteşem mutluluğun içinde acaba dünyayı özler miyim? Çalışmayı, rekabet etmeyi, toprakla uğraşmayı, bazen aç kalmayı, sevdiğim tatları, yorulmayı, terlemeyi, grip olmayı, almak istediğim bir nesne için para biriktirip beklemeyi, hırçınlaşıp kavga etmeyi özler miyim? Sevdiklerimin tatlı tatlı gözlerine bakıp: “Sizi seviyorum, başıma gelenlerden kimse suçlu değil,” der miyim? Yoksa orada yaşayacağım mutluluk bu dünyadaki gibi sanal ve zoraki bir mutluluk mu?
Vapur yolculuğu bitip yirmi dakika içerisinde kıta değiştirme işlemi tamamlandığından, martıları, simitli-susamlı suları, kalamarlı, kaptanlı kırık rotaları, Kadıköy İskelesi’nde bırakmak zorunda kaldım. Vapurdan herkesin inmesini bekledim. Annemin yardımıyla kalabalığın içinden sıyrılıp arka saflarda yerimi aldım. Annemin yolculuğumuzun başında vapurun girişine yerleştirdiği tekerlekli sandalyeme bindim. Vapur görevlileri sallanan tahta merdivenden, tekerlekli sandalyeyi havaya kaldırılıp sonra da beni incitmeden usulca yere koydular. Görevlilere teşekkür ettim. Artık karaya ayak basmıştım. Aylardır evde olmanın acısını zoraki bir vapur yolculuğu ile sonlandırmış biri olarak mutlu muydum? Evet, mutluydum. Doz aşımı halinde zehirleneceğimi bildiğim drajeleri yeterli ölçüde almayı öğrendiğim günden bu yana mutluydum.
Telefonum çaldı. Telefonun açtığımda babamın sesi geliyordu. Bizi merak etmiş. Babama onu sevdiğimi söyledim ve ekledim:
-Babacığım birlikte olalım. Biz hep birlikte olalım…
Meltem Faslı