SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Onun yüzünü, ilk kez, yakından, bize çiçek verirken görmüştük. Söylenenlerin aksine güleç ve sevecen bir yüzü vardı.
Gizemli bir yaşamı vardı ve yalnızdı. Ya da; kimseyle paylaşmadığını sanırdık yaşamını ve yalnızlığını. Tuhaf bulurduk onu.
O, bize göre bir ajandı ya da bir sürgün…
Arkasından çekiştirilmesine karşın, yüz yüze gelindiğinde, ikiyüzlü tavır sergilendiği; kaçmazdı çocuk gözlerimizden.
Kuşlarla, çiçeklerle konuşur, bulutlara bakar şiirler okurdu. Bir de: içerdi hem de iyi içerdi.
Kuşkuyla bakıp geçenlere aldırmadan, geceye türküler söylerdi. Sonra da, tüm mahalleyi uyutur, yalnızlığının hüzünlü dostuyla, sabaha dek baş başa otururdu.
Ara sıra çeker gider, günlerce dönmezdi. Arkadaşlarla tahminler yapardık ama geldiği günü hiç tutturamazdık. Sabah, ilk baktığımız yer bahçesi olurdu. Çiçekler, bahçedeki masaya sıralanmışlar ve sulanmışlarsa, gelmiştir. Uzun süre, onun kim olduğunu, niçin gelip bizim mahalleye yerleştiğini öğrenemedik. Çünkü kimseye sırrını anlattığını işitmemiştik.
Onu, yalnızca çiçeklerinden, bulutlara bakıp şiirler okumasından, dokunaklı türküler söylemesinden ve içerken çiçekleri ile konuşmasından tanırdık
O, hâlâ bizim için bir yabancıydı ve çocuk yüreğimizle anlayamadığımız bir şey daha vardı. Kimseye bir zararı dokunmayan bu yabancıyı, sırf kendilerine benzemiyor diye, mahalleli niye çekiştirip duruyordu? Ve yaşamı niye kimseyle paylaşmıyor diye düşünüyorduk.
Bir sabah, bahçedeki masada onu bir kadınla görene dek…
Kimi, onun evlenecek kadar akıllı biri olmadığını, kimi de, ne düğü belirsiz kadınlarla düşüp kalktığını iddia ediyordu.
Biz, çocuklar, anlatılanların hiç birine inanmıyorduk. Çünkü kadınlar onun kadar güzel ve kokulu çiçekler yetiştiremiyordu. Erkekler onun kadar dokunaklı türküler söyleyemiyor, şiirler okuyamıyordu. Onu, belki de, bu yüzden, çocuksu yanımıza yakın buluyorduk.
Hemen, hemen her gece bahçedeki masada, kadınla birlikte türküler söylerken görürdük onu.
Birlikte içerken türkülerin daha da dokunaklı olduğunu, çiçeklerin daha da güzelleştiğini ve yıldızların göz kamaştıran bir parlaklık yaydığını görürdük. Ta ki, yabancının uzun yolculukları başlayıncaya dek…
Çiçekler, yabancı her gittiğinde soluyor, küsüyor, geldiğinde ise yine eski güzelliğine kavuşuyordu. Kadının yüzünde değişmez, hep aynı donuk bir tebessüm bulurduk. Sadece bizimle değil, çiçeklere de ilgisiz kaldığına tanık oluyorduk. Yabancının yolculukları daha da uzadıkça…
Bir gün, kadın, sürüp sürüştürdü, takıp takıştırdı çıktı evden. Geri döndüğünü gören olmadı.
Türküler hüzne büründü. Çiçekler boynunu büktü. Şiirler sustu. Yabancıyı bahçesinde göremeyince çiçeklerin küsüp renk attığını, bulutların savrulup dağıldığını, yıldızların söndüğünü gördük.
Çiçekler küsünce rengini göstermediler. Mahalleyi lavanta kokusundan yoksun bıraktılar. Bulutlar dağılınca, kavruldu her yer. Yıldızlar sönünce, yasa gömüldü tüm mahalle.
Yabancı hakkında çekiştirmeler bitti. Herkes, onun şiirlerini, çiçeklerini ve türkülerini özledi.
Ve mahalleli anladı ki: insanın insanı sevmesi gerekli.
Sonra, herkes, bahçesinde, balkonunda çiçekler yetiştirmeye koyuldu. Yıldızlara bakıp şiirler okumaya, bulutlara türküler söylemeye başladı.
Ve herkes yabancının geri dönüp gelmesini beklemeye başladı.
Fikret Kemal Tekin