SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Otuz beş yaşıma yeni girmiştim. Mahalleli “Evde kalmış kız kurusu” diyorlardı arkamdan… Annem “Sana değildir kızım… Daha yaşın ne başın ne! Seni doğurduğum gün dün gibi aklımda… Her lafı neden üzerine alınıyorsun sanki?” diye bana çıkışıyordu. Kimin umurunda ki! Kuru da değildim etim budum yerinde Allah’ıma bin şükür! Boyum bir yetmiş, kilom da yetmiş. Evde kalmama bunlar mı yetmiş acaba bilemiyorum, yaşım da yetmişin yarısı! Aman hadi hayırlısı… Aman ya boş ver gitsin, son zamanların moda sözüyle hayırlısı be gülüm…
Geçenlerde annemin bir ahbabı dört yaşındaki torunu Esra’yla gelmişti. Çocuk bana bakıp bakıp anneannesinin kulağına eğilerek bir şeyler fısıldıyordu. Anneannesi de “Sus bakayım, çok ayıp!” diyordu. İşkillenmeye başlamıştım ki bomba patladı. “Anneanneciğim, bu teyze neden evde kalmış? Hiç parka gitmemiş mi? Annesi onu gezmeye götürmemiş mi?” dedi. Gülsem gülemiyorum, ağlasam ağlayamıyorum. Sinirden dudaklarımı ısırmaya başladım. Annem lafı değiştirmeye çalışıyor ama nafile… Çocuk da sordukça soruyor. Artık gırgıra vurdum.
“Bak canım anneannen seni gezdiriyor ki evde kalmayasın diye… Esra’cığım sakın evde kalma. Evde kalmak iyi değil! Sürekli gez. Kim nereye gidiyorsa peşinden git. Götürmezlerse ağla, bağır, kendini yere at olur mu? Hatta baban işe giderken bile ona eklen canım?” dedim.
Annem de ahbabı Firuzan Hanım da yüzüme tuhaf tuhaf baktılar. Çocuk gülümsedi, gözleri parladı. Hadi bakalım Firuzan’cığım nereye gidersen git, bundan sonra bir gölgen var. Esra’cığın, şeker torunun sen istesen de istemesen de hep takipçin olacak! “Dilim, giydirir bana kilim.” demiş atalarımız. Kendin ettin, kendin buldun gülüm… Oh, canıma değsin!
Pazar sabahı annemle baş başa kahvelerimizi yudumlarken “Anne, çevre yapmam gerekli… İş yerimde tozlu evrakların arasında boğulmuş vaziyetteyim. Odamda emekliliği gelmiş iki memur daha var. Biri geçenlerde kalp krizi geçirdi. Adam gidici gibi görünüyor. Diğeri de ne güler ki gülesin, ne ağlar ki ağlayasın. Gerekmedikçe konuşmaz. Ağzından cımbızla laf alırsın ancak… Kırk üç yaşında, evli, üç çocuklu, hayatından bezmiş biri… Yani iş yerimde koca bulma şansım sıfır… Kendi arabamla gidip geliyorum. Yolda da koca bulma şansım yok. Derneklere üye olsam, bir iki derneğe uğradım ya eğitimsiz insanlar var, ya da çok yaşlı emekli olmuş kadınlar ve erkekler… Anlayacağın derneklerde de koca bulma şansım yok. İngilizce kursuna yazılayım bari… Yeni insanlarla tanışırım, hem de İngilizcemi ilerletirim.” dedim.
Annem de bu kararımı onayladı. Aslında okul yıllarından beri yabancı dile yatkınlığım vardı. Eskiden bir turist görünce yanına gider, yarım yamalak da olsa konuşmaya çalışırdım. Ne derece başarılı olduğum ise tartışılırdı yani… Üniversitede de İngilizce dersinde oldukça başarılıydım. Konuşmayınca zamanla unutuluyor, yabancı dil bu açıdan çok nankör…
Ertesi gün iş çıkışı Yabancı Dil Merkezi’ne uğradım. Amacım dil kursuna yazılmaktan öte koca bulmaktı elbette… . Yöneticiyle görüştüm, bu arada unutmadan söyleyeyim şansımdan yönetici de bayandı. Küçük bir sınavdan geçirildim. Sınav sonunda üçüncü kurdan başlamak üzere kursa yazıldım. İş çıkışımda saat 17.30’da başlayan kurs 20.00’e bitiyordu. İki buçuk saat sürüyordu. Hafta içi beş gün kursum olduğundan her gün eve yorgun argın dönüyordum.
Sınıfıma girdiğimde şok oldum. Kırk yaşında bir bayan, otuz beşinde ben ve geri kalan da çor çocuk… Genelde ilköğretim öğrencisi çocuklar… İlkokul dörde, beşe gidenler çoğunluktaydı. Birkaç ortaokul öğrencisi ile yedi de liseli vardı. Uğradığım hayal kırıklığını tarif bile edemiyorum. Parayı da peşin almışlardı. Bir daha sınıfımı görmeden para yatırırsam iki olsun! Of Allah’ım… Nedir başıma gelenler… Artık bir kere yazılmıştım. Bu saatten sonra yapacağım bir şey kalmamıştı. Yanımda oturan kız da “Teyze senin adın ne?” deyince sinir katsayım yüzle çarpıldı. “Teyze senin anandır.” diyecektim ama ortaokul son sınıf öğrencisi kızcağız öyle tatlı bakıyordu ki bir anda yumuşadım. “Adım Elif… Peki, senin adın ne şeker kız?” dedim. İnci gibi dişlerini göstererek “Pınar…” dedi.
İş çıkışı düzenli olarak kursa gittim. Koca bulma umudum son bulmuştu ama kursum devam ediyordu. Öğretmenimiz de yirmi beş yaşında genç ve güzel bir bayandı. Dersi de çok güzel anlatıyordu. Kısa sürede eski bilgilerimi de hatırladım ve birkaç kur atladım. İki yıl sonra son kuru da tamamlayıp sertifikamı aldım.
Bu kez koca bulma garantisi olan başka bir kursa yazılma kararındaydım. Dans kursu… “Bizimle Dans Edin” adlı kursa yazıldım. Bu kursa da en fazla rağbeti düğünü veya nişanı yaklaşan çiftler gösteriyorlardı. Nişanlanacak yahut evlenecek çiftler eşleriyle birlikte dans etmeyi öğreniyorlar ve düğünlerinde edecekleri danslar için hazırlık yapıyorlardı. Ya da çok gençler vardı, liseliler ve üniversite öğrencileri… En azından iyi dans edersem daha popüler olabilirim diye düşündüm. Pek çok dansı öğrendim ama ikili danslarda eşim olan baylar hep çocuk yaştakilerdi. Kanatları kırılmış bir kuş gibi çırpınıyordum. “Vermezse mabut, neylesin Sultan Mahmut!” durumlarını yaşıyordum adeta…
Ertesi yıl teyzemin yirmi iki yaşındaki oğlu Uygar’ı da bana eş olsun diye kursa kaydettirdim. Artık onunla ikili olmuştuk. Üç yıl kadar da Uygar’la bu kursa devam ettim. Rumba, Samba, Vals, Tango, Merenge, Baçata derken öğrenmediğimiz dans kalmadı.
Eve kahve içmeye bile tek görücü gelmemişti. Üzüntümden kahroluyordum. Annem, “Kızım, düğünlere gidelim. Eskiden ya hamamda, ya düğünde kız beğenirlerdi de görücü gelirlerdi. Şimdi hamam kültürü pek kalmadı. Zaten dans etmeyi de biliyorsun. Düğünleri takip edelim yavrum…” dedi.
O günden sonra bütün düğünleri takip etmeye başladık. Uygar bazı günler “İşim var.” dese de küçük hediyelerle onu düğüne gelmeye razı ediyordum. Kısa sürede o kadar uyumlu dans etmeye başlamıştık ki her düğünün gözdesi olmuştuk. Komşularımızın dıdısının dıdısı bile bizi düğüne davet ediyordu. Dans, beni inceltmişti de… Atmış kiloya düşmüştüm. Oldukça güzel görünüyordum.
Birkaç görücü çıktı ama karısından boşanmışlar ile eşi ölmüş, çocuklu dul adamlar, hayal ettiğim beyaz atlı prensin yanından bile geçemeyecek kısmetlerdi. Bu nasıl kısmetse… Resmen kısmetsizlikti yaşadığım… Bir süre sonra beklentilerim değişti. Beyaz atlı prensten ister istemez vazgeçmem gerekti. Prens olmasın, hatta beyaz atı da olmazsa olmasın yeter ki bir an önce gelsin. At üstünde, eşek sırtında nasıl geliyorsa gelsin. Belediye otobüsüyle gelecek olan kişiye de razıydım.
Artık düğüne gitmek aile geleneğimiz haline gelmişti. Bir gün Uygar elinde gayet şık bir davetiyeyle geldi. Püsküllü davetiyeyi yelpaze gibi havada sallayarak “Cumartesi akşamına hazırlan Elif Abla, düğün var.” dedi. Uygar’ın arkadaşının küçük kız kardeşi evleniyormuş. Tanımıyordum ki Uygar’ın arkadaşını da onun kız kardeşini de… Düğün günü yine giyinip süslendim. Saçlarıma da havalı bir fön çektirdim. Güzel bir makyaj yaptım. Aile boyu düğün salonuna doğru yola çıktık. Kim bilir kaçıncı defa geldiğim Gülpembe Düğün Salonundan içeri girerken yine çok heyecanlıydım. “Acaba burada mıdır beyaz atlı veya karakaçanlı prensim?” düşüncesiyle kalbim pıt pıt atmaya başlamıştı. Büyüklerimiz “Bekle de gör!” demişler. Heyecan yok Elif!
Uygar, gelinin ağabeyinin samimi arkadaşı olunca bizim için salondaki en iyi masalardan birinde yer ayırmışlardı. Bize ayrılan masa geline de çok yakın bir yerdeydi. Gelinin gelmesini heyecanla beklemeye başladık. Bir süredir düğünlerdeki gelinliklerin modellerini daima çantamda taşıdığım not defterime çiziyordum. Eve döndüğümüzde bu modelin bana yakışıp yakışmayacağını annemle mütalaa ediyorduk. “Gelinin gelinliği straples balık modeli olabilir.” dedi annem… Ben de “Belden kesik, kabarık, altında tarlatan, üstü ve kolları da Fransız danteli…” diye iddiaya giriştim. Bir yandan da masadaki çerez tabağından fıstıkları seçiyordum. Fıstıklar seçile seçile azalmıştı ama leblebiler aynen tabakta duruyordu. İçimden “Ben de aslında fıstığım ama beni leblebi sanıp almadılar. Leblebiler gibi kalakaldım.” diye geçirdim.
O esnada salonda bir hareketlenme oldu. Gençler ellerinde konfetilerle gelinle damadı bekliyorlardı. Derken müzik başladı. Berkant’ın söylediği ölümsüz eser “Samanyolu” ile genç çiftler salona giriş yaptılar. Gelinliğinin kuyruğunu sürükleyerek edalı edalı yürüyen gelini tanıdım. İngilizce kursuna yazıldığımda yanımda oturan sıra arkadaşım Pınar’dan başkası değildi bu! O an elimde olmadan heyecanla bağırdım: “Anne, anneciğim bak sınıf arkadaşım!” Salondaki bütün başlar bizim tarafa doğru çevrildi. İnsanlar gülmemek için ağızlarını kapatıyorlardı. Pınar da beni görünce çok mutlu oldu, sevinçle yanıma geldi. Elimi öptü ve “Teyzeciğim seni düğünümde gördüğüme çok sevindim.” dedi. Gittiğimiz son düğün oldu.
O anda annemin de benim de yüzümüz allak bullak oldu. Ağlamaya başladım. İşte bu, bizim ailece gittiğimiz son düğün oldu.
Harika Ufuk