0

 

Büyük beyaz bulutların gökyüzünde sıralandıkları ve renkli uçurtmaların çocuklar tarafından kanatlandırıldığı mayıs ayındaydık. Benim için mayıs, kendince güzellikleri olan başlı başına bir mevsim gibiydi. Baharın sancılı günlerinden sonra yaza kısa bir merhaba diyen, birkaç gülücükle insanların yüzünü şenlendiren güzel, genç bir kıza benziyordu. Severdim bu mevsimi. Bulunduğum yerden beni alıp ötelere götürdü. Patlayan tomurcuklara, büyümeye dünden razı ekin başlarına, gündüzü sıcak, gecesi soğuk zamanlarına içim giderdi. Ruhum başkalaşır, yalın bir mutluluğun içinde evlerin yaza hazırlanmalarına tanık olurdum. Pencerenin camlarında parıldayan ve evin içine acemi hırsız gibi girmeye çalışan güneş, uzun kış sonrası karanlığa uyum sağlamış gözlerimi kamaştırırdı. Hele o rüzgâr… Lodos, başka koyların içinde sakladığı tüm sırları alıp yanıma götürür, bu sırları kulağıma fısıldardı. Dağ meltemi gelir ve ardından ovaya serin bir kırkikindi yağmurunu bırakırdı. İçimi tatlı bir yaşama kıpırtısı kaplar, beni hiç olmadığım kadar çocuk yapardı.  

Uçurtmalara bakardım sonra. Uzun ve renkli kuyruklarını gözlerdim. Tepelerde yeşeren otların büyüme gayretine tanık olurdum. Kümelenmiş bulutları birer şekle benzetirdim. Kimi koyun sürüsü, kimi güzel bir yüz olurdu. Bazı bulut kümeleri de kanatlanmış kocaman bir kartala benzerdi. Mayıs, benim zamanımdı. Oldum olası severdim mayıs ayını lakin bu yılınkini doya doya tadamadım. Geldiği gibi gitti.

Düz yolda yürürken düşmüştüm. Beni hastaneye kaldırdılar. Kaval kemiğim üç yerinden kırılmıştı. Kalça kemiğimde ise çatlak vardı. Durumumun bu denli kötü olmasına doktorlar da inanamadı. Bir dizi ameliyat geçirdim. Doktorlar, uzun süre ayağa kalkamayacağımı hastanede yatmam gerektiğini söylediler. Beni bir odaya aldılar. Yatağa çakılı kalmak canımı öylesine acıtıyor ki başımda sürekli ağlayıp duran anneme bile derdimi anlatmaktan çekiniyordum. Acılarımla onu üzmek istemiyordum. Su içmek, yemek yemek için anneme ihtiyacım vardı. Tuvalet için ise lazımlık… Lazımlık kullanmak bu genç yaşımda hiç olası değildi ama artık lazımlığı da sesimi çıkaramıyordum; çünkü ayağımdaki alçılar garip bir şekilde hareket etmemi zorlaştırıyordu.

Bu güzelim ay benim için böyle geçecekti. Görmeden, dokunmadan, hissetmeden hastane koridorlarında günlerini bitirecekti.

Yattığım hastane odası loştu. Yatağım kapının yanındaydı. Odada bir hasta daha vardı. Cam kenarındaki yatakta yatıyordu ve onunla aramdaki tek engel mahrem zamanlarımızı gizleyen beyaz bir perdenin varlığıydı. Bu oda arkadaşımın yaşı benden büyüktü. Kırk beş yaşındaydı. Adı Faruk’tu. Onun da karısı başında olduğu için annem sıkılmıyordu. İki kadın zamanla ahbap olmuşlardı. Faruk trafik kazası geçirmiş. Defalarca bıçak altına yatmış. İki aydır bu odadaymış ama ancak iyileşmeye başlamış. Bir ay hiç kıpırdamadan yatmış sonra fizik tedavi görmüş. Yavaş yavaş yürümeye, koridorlarda gezmeye başlamış. Şimdi bastonla yürüyebiliyor, tuvalete gidip geliyor.

Sürekli mızmızlanıp duruyordum. Hastanenin yemekleri çok kötüydü. Gün aşırı kapuska çıkıyordu. Özlediğim tostları ise doktorlar yememe izin vermiyordu. Her gün, sabah beşte kahvaltı çıkıyordu. Sabahın beşinde çıkan kahvaltıyı yemeyip uyuyordum ama olan anneme oluyordu. Uyanıp çay istediğimde annem, üç yüz metre ileride bulunan hastanenin kantininden bana çay getiriyordu. Çay gelene kadar zaten soğuyordu.

Evimi çok özlemiştim. En çok da mayısı… Bu ayı sindirerek yaşayamamak çok üzüyordu beni. Bisikletimi alıp derelere tepelere gitmek istiyordum. Arkadaşlarla top oynamak, ellerim ceplerimde avare gezinmek… O pırıl pırıl güneşi bu loş odada arar oldum. Bir gün cam kenarında bastonla ayakta duran Faruk Ağabeye;

‘’Dışarısı nasıl Faruk Ağabey? ‘’diye sordum.

“Dışarıda güzel bir bahçe var. Bahçenin tam ortasında da havuz…’’

‘’Havuz büyük mü?’’

‘’Eh, Sayılır. Yuvarlak bir havuz… Tam ortasında fıskiye var. Fıskiyeden gürül gürül su yükseliyor.’’

‘’Eeeee, sonra?’’

‘’Havuzun kenarında öyle güzel çiçekler var ki görmen lazım. Sarmaşıklar etrafı sarmış. İnsanlar bahçede oturup tost yiyorlar.’’

‘’Ya! Nereden anladın tost yediklerini?’’

‘’Ekmeğin birazı beyaz kâğıda sarılı.’’

‘’Ya ilerisi. Orada neler var?’’

‘’Hastanenin ilerisinde kocaman bir kır uzanıyor.’’

‘’Uçurtma uçuran çocuklar var mı?’’

‘’Olmaz mı. Dur sayayım. Bir, iki, üç, dört, beş… Tam beş çocuk var. Hepsi de senle yaşıt.’’

‘’Ben onlardan büyüğümdür. Sanayide çalıştığıma göre…’’

‘’Evet, galiba sen onlardan daha büyüksün. Ben yürek yaşınızın aynı olduğunu söylemiştim.’’

‘’Anlatsana Faruk Ağabey, içim açıldı.’’

‘’Ayakta durup sana dışarısının tasvirini yapmaktan yoruldum evlat. Biliyorsun, ben senin biraz iyileşmiş halinim. Dışarının devamını yarın anlatırım. Olur mu?’’

Yarınlar dışarının tasvirleriyle geçti. Faruk Ağabey’in anlattığı o güzel hastane bahçesini görmek için can atıyordum. En çok da havuzu merak ediyordum. Yatağa çakılı günlerimde gözlediğim tavandan artık nefret eder olmuştum. Faruk Ağabey,  her detayı ince ince anlatıyordu. Çocukların kavgalarını, bisiklet yarışlarını, uçurtmaların birbirlerine dolanmalarını… O anlattıkça ben rahatlıyordum. İçim huzurla doluyordu. Göçen leylek sürüsünü bile anlatmıştı. Faruk Ağabey, şimdilik en kadim dostum olmuştu. Her geçen gün yürümesine hem seviniyor hem de üzülüyorum. İyileşiyordu. Bu taburcu olacağı anlamına geliyordu. Eğer giderse ne yapacağımı bilemiyordum.

Nihayet korktuğum başıma gelmişti. Birkaç gün sonra Faruk Ağabey taburcu oldu. Hastaneden ayrılırken sevincine tanık olmak doğrusu güzeldi. Hastane yönetimi aynı gün içinde bana da iyi bir haber verdi. Faruk Ağabey’in yatağına geçecektim. Çok sevinmiştim çünkü cam kenarı benim olacaktı. Nihayet az da olsa gün ışığını görebilecek, bütün gün dışarıyı gözleyerek bu çok sevdiğim ayın geçip giden son günlerini izleme fırsatı bulabilecektim. Temizlikçiler Faruk Ağabey’in yattığı yatağın çarşaflarını değiştirdiler.  Hasta bakıcılar beni sedyeye yatırıp Faruk Ağabey’in yatağına aldılar. Çok heyecanlanmıştım. Yatağa yatırdıklarında yaptığım ilk şey hasta bakıcılara seslenip yatağı baş kısmını yükseltmelerini istemem oldu. Yatağın baş kısmını yukarı kalkarken ben de önümdeki pencereye bakıyordum. Yatak kalktığında dışarıyı görebilmiştim. Dışarıda ne bahçe vardı, ne havuz, ne de geniş kırlar… Kocaman, gri bir duvar pencerenin önünde duruyordu.

Serpil TUNCER  

 

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler