SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Sait Faik’in anısına
“Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.” Elime ne zaman bir Sait Faik kitabı alsam içimi ısıtan bu cümle aklıma geliyor. Kış bahçemde kardelenler boynunu güneşe uzatıyor. Tepeden tırnağa umuda kesiyor düşlerim; direncim artıyor, çiçek açıyorum bahar bahar, meyveye durmak için gün sayıyorum. Kanayan yanım kabuk bağlıyor, acılarım diniyor, sanki yıllardır yoksun kaldığım bir haziran güneşini sırtıma giyiniyorum.
Yine o günlerden birindeyim. Bir solukta bitiriyorum elimdeki kitabı. Adaların ılık rüzgârları esiyor geceme sayfalar arasından. Mimozaların kokuları doluyor ciğerlerime, elimi uzatsam dallarına dokunacak kadar yakın hissediyorum adanın fundalıklarını. Yüksekçe bir tepede durup elimi güneşe siper ederek Kalpazankaya’yı izliyorum. Öykünün havasına kapılıp kendi kendime bir oyun oynuyorum. “Hişt” diyorum kendime. Gece uzun, uykum yok, o halde gündelik gerçeklerin, alışılmışın dışına çıkabilirim.
Yer belleyen adam ben oluyorum mesela, gizlice izliyorum öykü kahramanını. “Kestim” diyorum “baklaları, ama parasıyla da olsa vermeyeceğim sana. Kulağım ağır duyuyorsa bu sana benimle oynama hakkı verir mi?”
Yüzünün aldığı biçimi düşünüp kafamda ona göre bir görüntü tasarlıyorum. Oyunu kaybetmiş bir oyuncuyu andıran bir yüz giydiriyorum ona. Daha da ileri gidip “ Şu Papazın oğlu” diyorum “Ne tatlı bir çocuk değil mi?” Bir şeyler planlamış gibi yüzüme bakıyor. “Hişt” diyor kuşları göstererek. “Kanatlarına ne olmuş onların?”
Oyun oynadığımı unutup bakıveriyorum gökyüzüne. Kahkahayla gülüyor, “Ben kazandım!” diyor, “Haydi bana eyvallah.” Ardından, “Yüzünüz kanıyor, jilet mi kaçırdınız?” diye sesleniyorum, ama dönüp bakmıyor.
Saate bakıyorum, çok geç olmuş, üstelik yarın erken kalkmalıyım. Gecenin yarısında kendi kendime oynadığım bu oyun hoşuma gidiyor. Kitabı elimde evirip çeviriyorum. Kaçıncı kez okuduğumu bilmediğim öykünün tadı damağımda kalıyor bir kez daha. Yüreğim büyük ustaya saygı duruşuna geçiyor. Onunla aynı dönemde yaşamayı, bir balıkçı kahvesinde söyleşmeyi istiyorum. Ellerini nasıl kullandığını, rakı bardağını nasıl tuttuğunu, sarhoş olup olmadığını merak ediyorum. “Ses tonu nasıldı acaba? Bir masada otursaydık bana öykülerini okur muydu?” gibi pek çok soru üretiyorum gecenin yarısında.
Kitabı masanın üzerine koyup yatıyorum. Bir süre uyku tutmuyor. Kendi kendime oynadığım oyunu düşünüp gülümsüyorum. Yer belleyen adamın şaşkınlığı bir fotoğraf gibi asılı kalıyor belleğimde. Neden sonra dalmışım.
Hişt, dedi yavaşça, koluma dokundu. Çevreme bakındım. Kimse yoktu. Tekrar, nefes alır gibi “Hişşşşt” dedi. Arkamı döndüm, fundalıkların arasından “Pat” diye atlayıverdi önüme.
“Bana da mı?” dedim, “Ayıp oluyor ama ben bu oyunu biliyorum. Hem sen yüzüne jilet mi kaçırdın? Üstüne küçük kâğıtlar yapıştırdığın yaralardan kan sızıyor? ” Karşılıklı gülümsüyoruz.
“ Haydi, adaya gidiyoruz. Sana bahçıvanın dokuzuncu çocuğunun hikâyesini anlatacağım.” diyor.
Vapurda yan yana oturuyoruz. Sesi sıcak bir elbise gibi sarıyor bedenimi. Isınıyorum. Elleri, ince uzun parmakları ahenkli devinimlerle anlattıklarını tamamlıyor. Fötr şapkasının altında gözleri ışıl ışıl. Yüzünde dost sıcaklığı.
Vapurdan inip adanın yokuşunu tırmanmaya başlıyoruz. Ada mimozaların sarısına bürünmüş. Düşsel bir yolculukta, Kalpazankaya’ya doğru ilerliyoruz.
“ Bana dokuzuncu çocuğun hikâyesini anlatacaktın?” diyorum.
“ Seni üzmek istemem.” diyor.
Öyküyü her okuduğumda merak ettiğimi söylüyorum. Sevimli yüzünden bir hüzün bulutu geçiyor, yavaş yavaş anlatmaya başlıyor.
“ Sarı saçlı, mavi gözlü, cıvıl cıvıl bir çocuktu. R’leri y olarak söylerken daha bir sevimli olurdu. Bizim bahçeyi bellemeye geldiğinde babası onu da yanında getirirdi. Bir gün bahçıvanı çok üzgün gördüm. Ne olduğunu sorduğumda ‘Küçüğüm çok hasta beyim.” dedi. Akşam onlara uğradığımda küçük bedeninin ateşler içinde yandığını gördüm. ‘Üşüyoyum amca.” diyebildi titreme nöbetleri arasında. Bedeninin her tarafı, çiçek çıbanlarıyla kaplanmıştı. Çıbanlar çatlamış, içlerinden kötü kokulu, kirli, sarımtırak ve koyu bir sıvı akmaya başlamıştı. Anlayacağın…”
“Anladım.” dedim. “Gerçekten dayanılır şey değil.”
Tepeye kadar çıkmıştık. “Kalpazankaya” tabelasını gördüm. “Artık sana bu yolu sormayacaklar, sen de ‘Üstündesiniz dedim, Sanki yol hareket etti. Yürümediler’ * diye anlatamayacaksın, o günlerden bugünlere neler değişti görüyorsun.” Gülüşüyoruz.
“ Ben sözümde durdum, anlattım, sıra sende. Büyüyünce nasıl birisi oldu papazın oğlu?”
Yolun kenarına oturduk. “Benim anlatacaklarım da üzücü.” dedim. “Nereden başlayacağımı bilemiyorum, en iyisi ben sana sonucu söyleyeyim. Çok yakışıklı, çalışkan, iyi yürekli, yardımsever bir adam oldu papazın oğlu. Sahildeki lokantalardan birini işletiyordu. Karnını doyuracak parası olmayanları hemen anlar, onlara küçük işler yaptırarak karınlarını doyururdu. Adaya gezmeye gelenlerin çoğu onun lokantasında yemek yer, lokanta keyifli söyleşilere ev sahipliği yapardı.
1960’lı yıllardı. İstanbul’un üstünde kara bulutlar dolanmaya başladı. Soğuk rüzgârlar esti, yürekler titredi, kuşlar ürktü adanın yükseklerinde. Kıbrıs’la bir gerginlik yaşanıyordu ne zamandır. Bir gün, bir gazetede ülkeyi terk edecekler listesinde adını gördü. Yüreği daraldı papazın oğlunun, ağzının tadı kaçtı. Yabancılarla ilgili Emniyet 4. Şube’ye gitti. Orada kendisine bir belge imzalattılar. Göğsüne bir numara astılar, fotoğrafını çektiler. 10 gün içinde ülkeyi terk etmesi gerektiğini bildirdiler. Yanına sadece yirmi kilo eşya, 20 dolar alabilecekti. Talimatlara uymazsa cezalandırılacağını söylediler. Senin anlayacağın yemeklerinin tadını damaklarda bırakarak buralardan gitti o herkesin çok sevdiği adam.”
Ben sustum, o şaşkın şaşkın yüzüme baktı. “Kafamızdaki sınırları her geçen gün biraz daha belirginleştiriyoruz. Oysa koşulsuz sevebilsek birbirimizi, açabilsek yüreklerimizi birbirimize nasıl da güzelleşecekti yaşam.” dedi. Gözlerini uzaklara dikti, uzun uzun baktı adanın sahile inen yamacından aşağılara. Sanki papazın oğlunun gidişini izler gibiydi. Üzülmüştü. Epeyce süren sessizliği başımızın üstünden çığlık çığlığa uçan kuşlar bozdu. Sanki bir işaret bekliyormuş da onu kuşlardan almış gibi “Haydi kalkıyoruz, seni Kalpazankaya’ya götüreceğim.” dedi.
Kalpazankaya’ya inen yamacın sahille buluşan noktasında salaş bir balıkçı vardı. Balığının çok güzel olduğu söylenirdi. Yavaş yavaş indik yamacı. Balıkçı eski bir dost gibi karşıladı bizi. Siparişlerimizi verdik, rakımızı da hazır etmesini söyledik. Kayanın dibine gelince “Daha önce çıktın mı bu kayanın üstüne, biliyor musun hikâyesini?” diye sordu. Kayanın bir hikâyesi olması şaşırtmıştı beni. Doğrusu adı bile hiç merak uyandırmamıştı bende bugüne kadar.
“Hayır.” dedim, “Bilmiyorum. Anlatırsan zevkle dinlerim.”
“Tırmanalım.” dedi. “Üstünde anlatırım.”
Bir keçi kıvraklığıyla tırmandı, sonra arkasını dönüp elini uzattı. “Dikkatsiz olmaya gelmez, yoksa denizin içinde bulursun kendini.” diye uyardı beni. Elini sıkıca tuttum. Kayanın bir çıkıntısına tutunmaya çalışırken ayağım kurtuldu, düşerken korkuyla uyandım. Düşsel yolculuk bitmiş, gündelik gerçeklik yeniden başlamıştı.
Münire Çalışkan Tuğ
* Sait Faik Abasıyanık- HİŞT HİŞT