0

 

Molla Veyis’ li Tuğ Tahir hayatta tahmin edemezdi, girdiği işin Hemşin yaylalarından, Moskova’ya, oradan da Ardahan platosuna uzanıp, sakin denizin ortasında maya tutacağına.
Ben de eğer o tesadüfî tanışma olmasaydı, yollarımızın olmasa da hikâyemizin farklı zamanlarda kesiştiği bu insanların varlığını hayatta bilemezdim.
Mayıs ayının on ikisinde feribotla adaya geçerken, aklımdan, “Galiba denizde kök salmak, karaya kök salmaya benzemiyor; o yüzden ada insanlarının bakışları her daim dokunaklı oluyor.” diye düşünüyordum. O gün organizasyon için gelen insanlardan kaçı benim gibi düşünmüştür, bilemem. Yalnız birazdan öğreneceklerimle bir kez daha anladım ki göçebelerle sürgünlerin kaderleri de, kederleri de aynı sayfaya yazılmış.
Koşu bitince, daha önceden adaya gelmiş ve çiçek pastanesini/fırınını bilen dostlarımla birlikte, pastanenin bahçesinde zar zor bir masa bulup oturduk. İşletmeci hanım, tanışıklığın verdiği rahatlıkla(daha sonra bunun genele dair bir tutum olduğunu gördüm)bizleri evin insanları gibi karşıladı. Hâl hatır faslından sonra masaya gelen tabağın biri tepeleme kurabiye doluydu. Diğerinde ise üç dilim ekmek vardı.
Arkadaşlarım aralarında sohbete dalmışken,birden, ”Merhaba, sende yabancısın galiba, bakışların dağlı dağlı.” dedi birisi.
“Yoo, neresi dağlı?”dedi diğeri.
“Hayır, ben bilirim o rüzgârların uğultusunu, karlı boranlı havalarda koyaklarda buz tutan bakışları. Bu bakışlar oralardan.”
Seslerin sahiplerini araştırmak için çevreme bakınırken:
“Demedim mi More? Yemiş meltemi bu,ne dağı kalmış, ne boranı.” diye dalgasını geçti birisi.
Önümde bulunan tabağa dikkatimi verince, tabaktaki kare kesilmiş, sakızlı, bademli kurabiye ile yüzü pudra şekerli, çatlak yüzlü, içinden lezzet fışkıran esmer kurabiyenin kıkırdadığını gördüm. Yan tabaktaki üç dilim ekmek, yalçın kayalara sırtını vermiş üç cengâver havasında kurabiye tabağına sataşıyordu. Bademli kurabiyeden bir tane ağzıma attım.
O ses:“Gördün mü More?Nasıl da beni seçti. Deniz, insanı sarar sarmalar. Her bir dalga, ayrı bir dünyaya savurur. Bir kere tuzu yutmaya gör. Bağlanırsın.” diye gülerek söze devam etti.
Çatlak yüzlü esmer kurabiye; Biz bir yerlerden tanışıyoruz galiba. Ne ben denizde doğdum ne de sen o eski dağlısın, ama biz karasal iklimin çocukları, yüzümüzün yanığından tanırız birbirimizi. Bak o üç arkadaş da bizdendir.” diyerek tabaktaki üç dilim ekmeği işaret etti.
Dayanamadım bir tane ağzım attım. Lezzeti damağıma, hikâyesi yüreğime dokundu. Başladı anlatmaya:
“Ustam Tuğ Tahir, sonradan “Hacı” derler, hacılığı beni pek ilgilendiremez; Hemşin yaylasında on beşlik, kara yağız bir delikanlı, yayla yüzlü, deniz gözlü bir oğlanken; babası, fırıncılık zanaatını bir güzel öğrensin diye, Trabzon’dan gemiye bindirdiği gibi göndermiş Moskova’ya.
Devir, o devir değil. Dünya alev alev yanıyor. Osmanlı çatırdıyor, çarlık hakeza. İnsanoğlu, insanlığın açlığının sebebedir; amma gene insanlık eder deinsanın karnını doyurur. Ustam hamuru bilir, mayayı bilir. Yalnız bunları bilmek yetmez, başka şeyler de bilmek lazım, diye düşmüş yollara. Neyse uzatmayalım. Ustam uzun yıllar kalmış Moskova’da. Sadece ekmek değil, onlarca çeşit öğrenmiş. Niyeti daha uzun kalmakmış, ama dedik ya devir, o devir değil. Açların öfkesi kabarmış. Birkaç yıl içinde çarlığın yerine, yeni bir düzen kurmuşlar.
Ustam hünerli adamdır.Bir zamanda onlara ekmek yapmış ta ki o güne kadar. O gün karar vermiş dönmeye. İşte benim hikâyem tam da burada başlıyor.”
Bademli sakızlı kurabiye; “More, o yıllarda biz, denizin ortasında balığın omurgasındaki kılçıklar gibi tutunmuştuk birbirimize, ta ki o büyük dalga gelip bizi birbirimizden ayırana kadar. Bilmem mi o yılları?” dedi içini çekerek.
Devam etti çatlak yüzlü esmer kurabiye:
“Ustamın çalıştığı fırında Svetlana adında bir güzel Rus kızı vardı ki güzelliği anlatmakla bitmez. Svetlana“umut” demek, “umut çiçeği” demek. Ustamın umudu, ustamın çiçeği.Sveta’da ustam gibi pastayı, böreği, ekmeği öğrenmek için gelmişti. Beyaz tenli, su bakışlı, endamı servi, yürürken sanki telli turna. Ustam, ne iş verilse kızı düşünerek yapardı. Yaptığı kurabiyenin tadı mı tutmadı, kızın dudaklarını;aroması mı tutmadı, kızın teninin kokusunu;çok mu kıvamsız oldu, kızın ellerini düşünür; lezzetini tutturmak için bakışlarını hayal ederdi.Yaptığı her kurabiye, insanın ağzında dağılıp boğazından inerken yüzünde “umut çiçekleri “açılırdı.Sevda, böyle bir şeydir.
Moskova’da işler bozulunca,ustamı aldı bir kaygı. Buradan ayrılmak mı, yoksa kalmak mı? Kalırsa kargaşada ne olacağı belirsiz; kalmazsa Sveta’sından, umut çiçeğinden ayrılacak. Ustam kaygılarla uğraşırken, bir sabah uyandık ki Sveta, işi, gücü,ustamı bırakıp kaderini, ülkesinin kaderine bağlamış. Tabi biz, daha o zaman bunu bilmiyoruz.
Sveta’nın gidişi Ustamın içini acıttı. Kendini sokaklara vurdu. Dolandı durdu. Daha düne kadar saraylarda, şatolarda, köşklerde oturup süslü atların çektiği arabalarla dolaşan soylular; kir pas içinde dolaşıyor, hayatta kalmayı bilmedikleri için, açlığın verdiği sersemlikle, oradan oraya savruluyorlardı sokaklarda.Ustam Sveta’sını bir hafta boyunca aradı. Moskova’nın en uzak noktalarına, köylere, karargâhlara varana kadar baktı. Yoktu. İsyanınkarargâhı her gün bülten yayınlıyordu. Kayıplar listesinebakmayı akıl etti.
Üç gün önce, bir aristokratın konağından açılan ateş sonucu yaralanmış, Moskova yakınlarındaki bir hastaneye kaldırmışlar. Ustam bulabildiği ilk araçla hastaneye gitti. Hengâme içinde sorumlu birisini bulup,Sveta’sı hakkında bilgi alması kolay olmadı.Svetlana bir koğuşta sargılar içinde yatıyordu. Görevli, Ustamı yatağın başına kadar götürüpayrıldı.
Tahir yatağa yaklaşıp kanlı, beyaz sargılar içindeki kızı tanımaya çalıştı. Güzel çiçeği solmuş, kurumaya dönmüştü. Ateşten dudakları çatlamış, göz çukurları morarmıştı.Svetlana kendini zorlayarak”şarapnel “diyebildi.Şarapnel patlayınca vücudunun yarısını alıp götürmüştü.Sağ kolu ile bacağı kopmuş,yüzünün büyük bölümü yanmıştı. Yoldaşları bulduğunda çok kan kaybettiği için acilen buraya getirmiş, yaralarını sarmışlardı.
Tahir Sveta’nın elini tuttu, “Benim nazlı çiçeğim, seni yalnız bırakmayacağım.” dedi.
Ertesi gün Tahir’e, Svetlana’nın kalan eşyalarını verdiler. Ailesine ait bir fotoğraf,bir mektup ve küçük dolu bir şişe.
““Sevgili Tahir!
Yenidünyalar aramak için yola çıkmış olan bizlerin, yeni bir dünya kurulurken dışında kalmamız olmazdı. Benim geldiğim yerde, uçsuz bucaksız steplerde yılkılar dolaşırdı. Yılkı atlarının rüzgârda savrulan yelelerini her gördüğümde, ben de onlar gibi özgür olmak isterdim. Özgürlüğün doludizgin geldiği bu günlerde, bir doru atın yelesine tutunup rüzgâra karşı sürdüm. Seninle tanıştığımda, deniz bakışlı gözlerin bana başka bir özgürlük olabileceğini gösterdi. Özgürlük galiba şimdi kapımızı çalıyor.
Senin Sveta’n.””
“İşte ustam, o gün Moskova’da yüreğinin yarısını bırakıp ayrılırken, küçük şişenin içinde “Çiçeğinin” verdiği mayayı getirir.
Ustam içi yana yana trene binip Gürcistan üzerinden vatana döner. Döner ya, ortalık burada da can pazarı.Babası fırında ekmek yapacak un bulamayınca, “sadece mısırdan cadé arpadan uğut yapmakla fırıncılık olmaz,” deyip kapatmış fırını.
O vakit Kars, Ardahan taraflarında Ruslar çekilip Osmanlı da yetişemeyince Kelebek kanatlı bir hükümet kurulmuş. Rengârenk. Ustam, o güz Batum’dan Ardahan’a geçer. Babasını da alır yanına, başlar, genç Cumhuriyetin güzel insanlarına güzel kurabiyeler yapmaya, ama dinmez yüreğindeki sevda acısı.
Ardahan’ın üç aylık buğdayları olur. Beyaz, kırmızı, bir de kırik buğday. İşte ustam Sveta’sının verdiği mayayı o yayla çiçekleriyle tazeleyerek, kırik buğday unundan yoğurduğu hamura yüreğindeki yangını da katarak başlar ekmek pişirmeye.Yaptığı ekmeklerin, pastaların, kurabiyelerin namı alır yürür. Sonra bir rüzgâr eser; savrulur ustamın evlatları, torunları Anadolu’nun her bir yerine. İşte bu masanın başında oturan kara yağız adam da ustamın torunudur. Binip bir kelebek kanadına gelmiş buraya.
Beni sorarsan; ben ustamın kabuk bağlamayan aşk acısının tarifiyim. Bu gördüğün ekmeklerin mayası, yüz yıldır her bahar çiçeklerle tazelenir.”
“Eeee,” dedim, “Beni nerden tanıdın?”
“Sen, ustamın geçtiği o yaylalardan gelmişsin; nefesinde yayla yeli var.”
Çiçek mayalı ekmek, “Amma da abarttın ha, biz göçebe bir tohumuz. Kelebek kanadında düşmüşüz bu adaya. Hani bu adanın asıl sahipleri? Yok mu onların da anlatılacak hikâyeleri?”
Karşı dükkândan seslenen Eftelya Hanım, “Komşu, çok bekletme misafirleri, feribotu kaçıracaklar!” diye bağırdı.

İdris Erdoğdu

Leave a Comment

İlgili İçerikler