SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Cami avlusunda değil uyandığımda onu yatağımda buldum.
Emekledi emeklemesine, bir de yürüyebilse karış karış gezecek her yeri, anlıyorum gözlerinden. Ne emzik, ne kundak… Ben böyle bir şey görmedim!
Konuştu. İlk sözü: Pilot olacağım.
“Durma ol! Uç! Git!”
“Yo; seninle,” diyor.
Nazı bana geçiyor. Kimse yüz vermiyor ona.
Daha bir yıl dolmadan beş-altı yaş almışçasına serpilmez mi! Yetmedi, “Okul,” diye tutturdu bir gün. Yazdırmaz olaydım. Okudukça öğrendi, öğrendikçe coştu. Şimdi gel de kurtul elinden.
“Serseri olsaydım daha mı iyiydi,” deyip somurtunca sustum, doğru söylüyor.
Bana pek düşkün. Uyandığımda başucumda. Akşam kapıda, ışıl ışıl gözleriyle hop! Kucağımda. Yorganı tepeme çekince ancak ben, ben oluyorum. Düşlerime girmeyi neyse ki beceremiyor. Kuşkum yok, er geç onu da yapacak.
Arada bir kaçamakları olmasa çıldıracağım. Alıp başını gidiyor. Aman, kime isterse kurtlarını ona döksün, yeter ki benden uzak dursun. Hepten gitsin istiyorum da nerede! Bir gün, iki gün, bilemedin üç gün sonra yine kollarımda; boynuma dolanmış, şap da şup…
Yalnız kitapla yetinir mi, çevresi de geniş. Doktor, mühendis, avukat, kasap, terzi, marangoz, manav; her birinden bir şey öğrenip bana satıyor. Kim bilir benden de neler öğrenmiş, kimlere satmıştır, kimlere?
Dışarıya çıkacak olsam suratı bir karış. “Kal,” diye çekiştirir giysilerimden kapı önünde. Döndüğümdeyse kıyamet! Arkadaşlarım eve gelse kıskanır. Bardak, tabak paramparça yerde; sözüm ona kaza. Bin bir sorun yaratır, kudurur; bıkkınlık veren gerilim o an üst düzeyde.
Seçici… Her konuda. Müzikte, yemekte… Burgu, fiyonk, çubuk, kelebek; hele çok katı haşlanmış yumurta; bunları sevmez, kesinlikle yemez. Takıntılı mı desem, ne desem?
Işığı ben yakarım, o söndürür; ben güçlendiririm, o kısar. Loşa bayılıyor nedense, bense ışıkları severim. Anlaşabilirsen anlaş işte.
“Bir sen bana kucak açtın,” deyip can evimden vuruyor tam silkinip olur olmaz isteklerinden kurtulacakken.
İlk yanlışında en büyük yanlışı onu bağışlamakla ben yaptım, biliyorum. İpin ucu nerelere kaçtı, tutamadım gitti; korkuyorum daha da gidecek bu gidişle.
“Sarılma,” dedikçe daha da sıkı sarılır belime. Kıyamam o an gevşer dilim. Alıştırdı kendini bir kez. Gölgem… Aynam… Bir içimde, bir dışımda. Kimi kez hem içimde, hem dışımda. Soluğum…
Sinir olmuyor değilim bana özenmesine. Düpedüz öykünüyor, bu kesin. Değişmez o bencil; ne gelir elden! Boyun eğmişim bir kez, suç bende.
Değişmez, değişemez derken; değişti birden. Değişmez olaydı. Şimdi de beni kendine benzetmeye çabalıyor. Bu çok daha çekilmez!
Arabaya atıp dört yol ağzına bırakacağım geldi onu bu cumartesi günü öğleden sonra. “Evde kalacağım,” diye tutturdu: taktiksel eylem! Başına gelecekleri anladı. Girişimim kursağımda kaldı. Dört gün önce zorunlu olarak yenilediğim otomobil pırıl pırıl öylece durup durdu kapıda. Göstergesi daha kırklarda…
Öbür gün onu eve kilitleyip tam gaz Koruderesi’nin yolunu tuttum. İlkyazlarımın gözde yeridir. Güneşli bir hafta sonuydu. Sol kolum dışarıda, radyoya eşlik ettim; ohh… Dünya varmış ya… Varınca ne göreyim! Benden önce köprübaşında. Yaslanmış tahta korkuluğa, gövdesi yansımış suya. Beynime uysaydım atmıştım onu çoktan doğruca gölgesine, batsın suyun dibine. Korkuyorum, elimi kana bulatacak. Neyse ki yeterince uyanık. Sezince önlemini alıyor, yoksa başıma olmadık işler açacak günün birinde. Yöntemiyse açık: Beni günden güne kendine bağımlılaştırıyor elinden geldiğince.
Kavga dövüş giderek düşkünleştik birbirimize. Ya da yıldım, kanıksadım, avutuyorum kendimi belki de böylelikle. Ertelemekten usandım günün birinde. Kararlıydım. Eninde sonunda amaçlı oyunlarını bitirmeliyim. Beni boğan bu birlikteliğe yeter demeliyim. Tutsaklık bu, tutsaklık! Ondan kurtulacağım, kurtulmalıyım.
Aylardır tutarlı bir neden arayıp duruyordum. İster inansın, ister inanmasın, sudan mudan demedim aklıma ilk geleni uyguladım mutfakta; caymadan, sıcağı sıcağına. Öyle bir kapıştık ki… Geçmişi başına yıktım. Ne yalan söyleyeyim, yılların öcünü almak için elimden geleni yaptım. Az kalsın tavayla kafasına vuracaktım, sıkıştırmıştım davlumbazın altına. Ancak dondu balyoz havada. Dayak yerine avaz avaz bağırıp payladım. Yer kaydı yerinden o gece. Bildiğim yaralayıcı sözcükleri veryansın ettim yüzüne.
“Kov ama sövme,” dedi “ne olur, onurumla oynama.”
Bu söze kim dayanır! Gönlünü almalıydım: “Dilim sürçmüşse de, ‘Adın batsın,’ sövgü değil ki,” dedim. “Ne var bunda!”
“Sövgü,” dedi, “ilenme; beni kandıramazsın!” Alınmıştı. Görseniz; duruşu yürekler acısı…
‘Yanlış anlamışsın,’ diyecektim; yerine, “Kim öğrettiyse sana yanlış öğretmiş,” demeyi yeğledim. Daha nasıl alttan alayım! Zararıma işliyor bendeki incelik, hoşgörü; her ne geldiyse başıma hep işte bu iki nedenle…”
“Beni sevmediğini aylar önce anlamıştım,” dedi, bakışları yerde. Boynu bükük.
“Duygu sömürüsü yapma. Sevmeseydim bunca yıl birlikte olur muyduk?” Düşünmeden atıldım; “Gel adını değiştirelim, sürekli bende kalırsın. Hıı, koşuluma ne dersin? Dur, buldum bile… Çok güzel bir ad, bak! Derin anlamlı… Beğeneceksin.”
Şimşek şimşekti aşağılayıcı gözleri, sonra başını yerden kaldırdı. İncitici sözler söyleyip yüreğimi kanatırsa? Ondan uzaklaşmalıyım. Yakınlarda oyalanacak ne var? Sığınmak istiyordum. Sözcükler uçuşup gitti, konuşamadım. Darmadağın kalmıştım oracıkta.
“Çok ayıp!” dedi. “Herkes öz adıyla anılmalı, öyle çağrılmalı.”
Görünüşe göre tepkisi hiç de korktuğum gibi olmamıştı. “Neresi ayıp,” dedim. Özgüvenimi toparlayıp usulca ekledim, “Dahası yalnızca önerdim, sordum; zorlamadım ki! Üstelik adını sanki sen kendin mi koy—”
Uyarırcasına sözümü kesti:
“Adım değişirse ben ne yaparım, yaşayamam; varoluş nedenim!”
Ses tonu büyüyecek sandığım yangının söndüğü izlenimini verdi. Birden bire bu denli yumuşayabileceğini beklemiyordum. Dingindi. Nedense bu sütliman ortam beni daha da kaygılandırmıştı.
“Süklüm püklüm durma öyle karşımda,” diye takılınca daha da büzüldü. Oysa öfkelensin istiyordum. Numara yapıyor, yutmadığımı anlamalı:
“Artık bu konuyu abartma, kapat! Adını buruşuk bir kâğıda yazıp, çengelli iğneyle kundağına iliştirmişlerdi. Bir ben okudum. Söylemeseydim bilemezdin.”
Sindirmiştim. Sanırım sözlerim yeterli oldu. Önemli bir şey söylediğimi de düşünmüyorum ya! Neyse… Üstüne gitmesem iyi olacaktı ancak dayanamadım. Son kez sınamak istiyordum. Gülümseyerek fısıldadım:
“Çarpıcı bir ad buldum dedimdi. Bundan böyle sana—”
Önerimi korkarım ki duymadı. Salon kapısından çıkmış olsa kesinlikle görürdüm, yüzüm oraya dönüktü. Büyük bir olasılıkla pencereden süzülüp gitmiş olmalı, ya da? Uçuşan perdede onu aradı gözlerim. Kıvrımların arkasında mıydı, gözeneklere mi gizlenmişti yoksa? Hırçınlaşarak estikçe gülkurusu, saçaklı tül, şekilden şekile giriyordu.
Gitmişti. İstediğim buydu ama nedense sevinemedim.
Yokluğunun tadına ancak birkaç gün sonra vardım. Coşkundum, erinçliydim. Yıllardan sonra yine dünyalar benim olmuştu. Etkinlikten etkinliğe koşuşturuyordum. Günleri saymak bir yana aylar unutulmuştu. Yıllarıysa ancak doğum günlerinde, bayramdan bayrama yeni bir yıla geçişlerde ancak ayrımsıyordum.
Oysa şu an geriye bakınca yalnızca başı sonu belli bir süre var beni kuşatan. İki bin yüz doksan sekiz gün… Her dakikası, her saniyesi özlemle anılan; gerisi boş. Mutluluğu bir yaz gecesi yakalamış, bir yaz gecesi yitirmiştim. Önemli günlere bir gün daha eklenmişti. Ne yazık ki kutlamak için değil. Acımasız bir tufan olarak. Yer sarsıntısı, toprak kayması, hortum deyin; sel baskını, orman yangını deyin; kara gün deyin.
Uykum kaçtı. Son günlerde sabahlamaya iyice alışmışım. Pencereyi açıp soluklanacaktım ki manavın kepengi önünde kımıldayan bir karaltı? Zayıflamasına karşın onu tanıyıverdim. Bir gün dönecek diye hep korkuyordum. Penceremi gözlüyor olmalı? ‘Gel,’ dedi sağ elim kendiliğinden. Elektrik direğine yaklaşınca donuk gözleri ışıldadı; belki de beni gördüğü için… Emeklemekten kurtulduğu o ilk günlerin ürkek adımlarıyla sokak kapısına yaklaştı. Camı açıp eğildim. Göz göze gelmiştik. Gülümseyişi değişmemiş. Gelişmiş, erginleşmişti. Oysa gittiğinde benden çok gençti?! Bu denli beklemiyordum ama hızla olgunlaşacağı içime doğmuştu nedense. Şu an yaşıt gibiydik? Ya da neredeyse benden daha büyük görünüyordu.
Otomatiğe ne zaman basıp daire kapısını ne zaman açtım, anımsamıyorum; salonda karşı karşıyaydık.
“Nasıl girdin?!”
“Pencereyi kapatsan ya, esiyor.”
“Konuyu değiştirme!”
“Bakıyorum, tülleri yenilemişsin.”
“Sana ne!”
“Perde savruldukça sehpadaki saksı devri—Çiçeğin yaprağı düştü bile…”
“Sen ne anlarsın saksıdan, çiçekten! Önce sorumu yanıtla!”
“Ben her şeyden anlarım. Sen bir an önce şu pencereyi—”
“Eserse essin! Söyle, içeriye nasıl girdin?”
“Nasıl gittimse öyle…”
“Demek yanılmamışım.”
“Gereksiz yere tartışmayalım.”
“Gereksiz mi!”
“Hem de nasıl! Aradan kaç yıl geçti, beni böyle mi karşılayacaktın?”
“Bana bak, bu kez oyuncağın olmayacağım. Güçlüyüm. Güçlendim. Otur bakayım karşıma.”
“Oturmak mı? Oturmak ha? Bunca aradan sonra…”
“Yorgun görünüyorsun da…”
Ne yedi, ne içti; nerede, kimlerleydi? Hiçbirini soramadım, yan odaya geçmişti çoktan. Atmayıp dolapta sakladığım, bende kaldığı günlerde giydiği giysilerini bulmuş; döndüğünde üstünü değiştirmişti. Limon kolonyası kokuyor… Soluk desenli uzun gömleği bol geliyorsa da yakışmıştı. Çıkardıklarını makineye atmış mıdır? Bir ara banyoya gidip baksam? Sakladıysa da bulurum. Kolonya şişesinin kapağını kapatmamıştır. Dişlerini fırçaladıysa, macunu da açık bırakmıştır. Diş fırçasını sanırım atmadım, ordadır.
Hiçbir şey olmamış gibi mutfağa gitti. Kuşkusuz, kalem kesme makarna yapacak. Büyücek bir tencereye su koydu. Dolap kapaklarının birini açıyor, birini kapatıyor. Pat… Küt… Yine ivecen, yine eli çabuk…
Buzdolabının karşısına çökmüş sebzeliği kurcalıyor şimdi de. Kesin, sos malzemelerini seçiyor… Oysa konuşalım istiyorum. Ne düşündüğümü anladı mı ne? “Yemek yaparken konuşuruz,” deyip gülümsedi:
“Beni özledin mi?”
“Yüzünü şeytan görsün,” dedim anında, “mutsuzluğa giden yol senden geçiyor.”
“Beni çekemeyenlerin çıkardığı bir söylenti bu, yaygın bir yanlış; inanma.”
“Öyle ya da böyle! Benden uzak dur!”
“Yerinmen yersiz, yüklenmesene. Sen bilinçli olarak beni yeğledin, üstelik yaşamdan bir an olsun kopmadan! Beni kötüleyenler gibi değilsin, olmayacaksın da. Bak, göreceksin biz seninle—”
“Sakın!.. Kala kala bir ben kaldım kendime; beni de benden soğutup alırsan—”
“Ben varım ya…”
“Hayır! Bil ki çok kararlıyım. Ayartamazsın artık, ona göre.”
“Öyle bir amacım yok, hiç olmadı.”
“Sen yok musun sen! Ama ben de çocuk değilim.”
“Gibisin. Çocuk gibisin.”
“Nasıl?”
“Herkesi, her şeyi bende arıyorsun. Bulamayınca da hırçınlaşıp—”
“İşte şimdi tam saçmaladın! Sende kim ne aramış, kim ne bulmuş ki?”
“Onayla ya da onaylama. Değinmek istemiyordum ama kısacası sen bende—”
“Yok artık, daha neler! Varlığından hoşlandığımı sanıyorsan yanılıyorsun. Bir ara yollarımız çakıştı, hepsi bu. Giderken bana esenlik dile. Haydi! Güle güle…”
“Yine başlamayalım. İsteksiz görünmeye çabalasan da beceremiyorsun. Benim sende özel bir yerim var, biliyorsun.”
“Gelmemeliydin! Korkuyorum…”
“Giderim diye mi?”
“Sevince sevildiğini sanır senin gibileri! Beni sevdiğine de inanmıyorum ya…”
“Tek sorun adımsa, tamam, onu da değiştirebilirsin. Neydi o az önce bulduğun çarpıcı ad?”
Bu güven verici ödüne çok şaşırmıştım; “Su kaynadı… Yalnızlık,” diye fısıldadım, sesimin titremesini önleyemiyordum: “Haydi makarnaları at. Karnım zil çalıyor.”
“Bana ilk kez adımla sesleniyorsun. Değiştirmekten caydın demek ki!”
“Yıllar önce denemek istediğimde köpürmüştün oysa şimdi?..”
“Başkası adlandırmaya kalkışsaydı o an dünyayı başına yıkardım onun.”
“Demen o ki?.. Yoksa?.. Yoksa sen beni gerçekten?..”
“Evet…”
“Evde parmesan peyniri yok. Gittiğinden bu yana almadım.”
“Birkaç şey daha eksik ama olsun. Geç olmasaydı gider tamamlardım, boşuna çıkmayayım. Yine de bayılacaksın. Bu sosu geçen yıl öğrendim. Sen salona git, televizyonu aç. Masaya dokunma, ben kurarım.”
“Dolapta dondurma yok. Gece uyanıp da boşuna aramayasın.”
“Senden sonra hiç yemedim. Bir süre sonra tadını unutup aramıyorsun bile. Üstelik sen yokken yesem de—”
“Yeterince haşlanmış olmalı? Süzsen…”
“Yo, daha var.”
“Sana alışmışım.”
“Görüyorum.”
“Ama seninle didişmek istemiyorum. Bir koşulla: Ne olur, çizmeyi aşma.”
“Çizmeli Kedi! Çizmeli Kedi!”
“Aştın bile!”
“Kasım ayı ortalarında okumuştum.”
“Şımarma, dedim ya.”
“İnan, doğru söylüyorum.”
“Düzenbazlığı demek ondan öğrendin.”
“Öyle deme; sevdiği kişi için yapıyor.”
“Ne değişir ki! Yaptıkları önemli.”
“Sekiz dakika doldu.”
“Kevgiri üst rafa kaldırmıştım. Süzmeden de güzel oluyor.”
“Denemedim.”
“Sol gözde olmalı… Meyve sıkacağının yanında… Ya da?”
“Amma da arkalara tıkıştırmışsın. İçinde cezveler, boş kavanozlar… Dolabı ne güzel yerleştirmiştim. Çekmeceler de karmakarışık.”
“Ya seni arayıp sorarlarsa?”
“Ben ayarlarım.”
“Peki, niye döndün?”
“Başına gelenleri, o yıkımı duydum.”
“Atma… Nasıl duyabilirsin?”
“Darmadağın olup, ‘İki bin yüz doksan sekiz yıl,’ diye yürekten haykırmıştın ya—”
“Yıl mı? Güldürme beni. İnsandan söz ediyoruz insandan! İki bin yüz doksan sekiz gündü o, gün! Başı sonu belli bir süreçti. Yılmış ha! Çizmesiz kedi. Beceriksiz kedi.”
“Alay etme, şaşırmışım işte; bak küserim, gülme.”
“Dur hele… Dur… Dur… Bir yere kıpırdama… Çok önemli. Diyelim ki mutluluğun dakikası insanın yaşam süresine, yaşam yılına eşit. Günleri dakikaya çevirip çarp bakalım kaç iki bin yüz doksan sekiz yıl edecek? Çarp… Çarp…”
“Küserim demiştim, benimle oynama; uyandığında başucunda bulamayabilirsin. Bu kez gittim mi bir daha dönmem.”
“Yo, şaka değil. Değil! İnan, dalga geçmiyorum. Ciddiyim. Sen söylettin. Mutluluğun dakikası… dakikası… Ah, neydi o günler…”
Yattığımda gün doğmak üzereydi. Tok karnına çarpanlarla mı savaşacaktım bu kez? Beş kere dokuz… Dört kere altı…
Esiyor…
Vızıldayan saçaklı perde… Gülkurusu gıdıklayıcı yel…
Şimdi kim kalkıp da salona gidecek. Varsın açık kalsın. Büzülürüm olur biter.
Ayakucundan yorganım çekiliyor… Çekiliyor… Çekiliyor…
Üşüyorum.
Dudaklarım ılındı.
Bir sevişme, bir sevişme…
Seçkin Gündüz