KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Büyük üstad Aytmatov’un, ‘dişi kurdun rüyası’ insanlığın karanlığında her daim kendini yineliyor.
(3.03.2027) Sisin ortasında art arda patlayan ve nerden geldiği belli olmayan birkaç el silah sesini köpek havlamaları takip etti. Önce derin bir acı ardından genç vücudu yorgunluktan karla kaplı zemine düştü. Karın üzerinde kanı akıyordu. Göğüs ve karın bölgesinden vurulmuştu. Avcıydı, av olmuştu. Sis geceyi saklamıştı. Özgürlüğü açlığın ihtirasına yenik düşüyordu. Yaşamak için hep insanlardan uzak durmuştu. Hemcinsine bile düşmandı. Kendisi avcıydı ama insan en acımasız avcıydı. Öfkeli, köpek sesleri sisli gecenin sessizliğini yırtıyordu. Özgürce koştuğu Palandöken’in zirve ve eteklerindeki günleri gözlerinin önünden geçti. Kekik kokuları arasında kovaladığı tavşanları, koyun sürülerini düşündü. Rüzgarı karşısına alıp köpeklerden kokusunu sakladığı sonbahar gecelerinde nasıl köylere girerdi. Çoban köpeklerini nasıl da atlatır, aptal yerine koyardı. Gündüz hakim bir tepede saklanır, saldıracağı, gireceği küçükbaş hayvan barınağını tespit ederdi. Nam salmıştı civarda. Köyün gençleri, avcıları, çobanlarının yanı sıra diğer bölgelerden de avcılar kendisini bulup vurmak istemişti. Keskin koku alma yeteneği, güçlü bacakları, geniş bakış açısı, güçlü ön sezisi ve 8 yıllık tecrübesiyle iyi bir avcıydı.
Şimdi ise rezil bir av olmuştu… Sis dağılıyordu. Ağzının kenarından kan geldiğini hissetti. Kürkü kalındı. Normalde üşümemesi lazımdı ama üşüyordu. Yoksa bu ölümün nefesi miydi? Ölümle yıllarca burun burana gelmişti, hatta onunla çokça alay etmişti. Hiç birisinde ürkmemiş, böylesine üşümemişti. Kanı akıyordu. Kasılıyordu. Köpek seslerine insan bağrışmaları da karışıyordu…
Gün ışığını severdi. Güneşe sırtını verip, tembel tembel yattığı kuytu sessizlikleri bir daha görebilecek miydi? Ya eşini ve iki yavrusunu… Gerçi yavruları büyümüştü. Onlar da kendi ailelerini kurup alfa çiftinin peşinde avlanıyordu. İnsanla karşılaşmak ölümle yüzleşmekti. Böyle öğretilmiş ve eğitilmişti. İnsanlar ile ortak yanları vardı. Onlar da ailelerine düşkün ve bağlıydılar, kurtlarda. İkisi de ailesinin ve soyunun devamı için gerekirse ölür ve öldürürdü. Şimdi ise ölmek sırası kendisine gelmişti. Yaşamıştı, sevmişti ve inanmıştı. Çetin ve sert geçen kış aylarında av bulmak, yiyecek bulmak zorlaşıyordu. Yaşamak için ölümü göze almalıydı. Bunun için aç kaldığı kış aylarında köylere yaklaşır, damlardan ya da kapı aralarından gizlice ağıllara girer, koyun boğazlayıp karnını doyururdu. Suç değil, haktı bu. Kanun buydu. Kemik parçası için sahiplerine yaltaklanan şu köpekler olmasa köylere rahatça yaklaşabilirdi. 8 yılda kaç köpeği boğmuş ya da parçalamıştı. Onlarla dalaşmak, dövüşmek zevkliydi. Yeterki sahipleri boğazlarına çivili tasma takmasın. Gerçi birkaç kez sırtından ve boynundan ağır diş ve pençe izleri almıştı. Ama zamanla yaraları kabuk bağlamıştı. Gençti, gücünün zirvesindeydi o zamanlar… Şimdi ise yaşlı sayılırdı. Hatta sayılmazdı bayağı yaşlıydı. İçinde yaşama sevinci vardı. Gözcü kurdun yönlendirmesiyle girdiği ağılda 30 koyunu boğazlamıştı. Kan değmişti dişine ve dudaklarına. Şerbet gibiydi. kan akıttıkça akıtmak istiyordu. Zafer sarhoşu gibi koyunları boğazlıyordu. Güç kendisindeydi. Sürüsünün ve kendisinin aç gezdiği günlerin intikamını alırcasına koyunlarını boğazlamıştı. O bağırtılar arasında güçlü duyma yeteneğiyle, ‘Ağılda kurt var. Dikkatli olun.’ Sözlerini duymuş ve geldiği gibi ağılın dam penceresinden kaçarak karanlığa karışmıştı. Ardından köpekler koşmuş ama yetişememişti. İnsan ise geceye barut yüklü fişekler göndermişti.
Düşüncelere daldığı sırada sırtında duyduğu derin acı ile irkildi. Sert bir hamle ile karşılık vermek istedi. Ama dönemedi. Canı yandı. Kar üzerinde son bir kavgaya tutuşmak istedi. Ama olmadı. Hareketsiz kaldı. Boğazından yakalanmıştı. Boz bir köpek boğazına dişlerini geçirmiş, diğer iki köpek ise acımasızca bacaklarından ve karnından ısırıyordu…
İlk kez gözünden yaş geliyordu… Acıyı iliklerinde hissetti. İnsanların ve eşinin hayran olduğu, ırkının bütün güzelliğini üzerinde topladığı gri kahverengi kürkü, kar, çamur ve kan içindeydi. Aynı coğrafyada, aynı gökyüzünün altında yaşadıkları insanla paylaşamadıkları ne vardı ki… İşte yakalanmıştı amansız düşmanına. Köpekler diş geçirmişti boğazına ve kürkünü delen etlerine. Gözünü avcının gözlerine dikti. Göz göze geldiler kadim düşmanıyla. Birisi yerde kanlar içerisinde çaresiz diğeri ise muzaffer bir komutan edasındaydı. İlk kez insana bu kadar yakındı. Gök gürültüsünü andıran sesini çokça duyduğu tüfeği yakından görüyordu. Namlusundan kesif barut kokusu yayılıyordu. Demek o çok sevdiği, gurur duyduğu, durgun sularda saatlerce kendisini hayranlık içerisinde seyrettiği cüssesini kanlar içerisinde bırakan tüfek buydu… Derin bir uyku bastırdı. Göz bebekleri matlaştı inler gibi oldu. İnlemek kurtluğun kanunda yoktu. Köpekler inler, kuyruk sallardı… Ölecekti. Ölümü insan elinden olacaktı. Ayaz yediği Erzurum kışlarından da beter ölüm. Son kez derin bir nefes aldı, gözlerini mutlak teslimiyet içerisinde kapattı.
Geçen kış ağıldaki koyunlarını boğan kurdu ele geçirmişti Mikdat. Gözlerinde çakmak çakmak kıvılcımlar vardı. Tüfeğinin namlusunu kurdun kafasına dayadı… Yarı cansız kar üzerinde yatan kurdun kafasına kurşunu sıktı. Son bir nefes, son bir ses, son bir çığlık, inilti arasında boşlukta kayboldu. Silahın çıkardığı keskin sesten ürken köpekler çevreye kaçtı. Ardından kanlar içerisindeki kurdun çevresinde yarı korku ile dolaşıp, kürkünü kokluyorlardı. Kurt leşinin yanında cebinden gümüş tabakasını çıkarıp, sigarasını sardı. Benzinli çakmağıyla sarma sigarasını yakan Mikdat, derin bir nefes çekti. Ciğerlerinde gezdirdikten sonra dumanı yavaşça sararmış dişlerinin arasından bıraktı. “Ulan imansız, koyunlarımı nasıl boğazladın. İşte ecelin elimden oldu. Seni ibreti alem yapacağım. Geberdin ama hala sana karşı intikam duygum, hıncım gitmedi. Namımı bütün aleme göstereceğim. Ölüm bile kurtuluş olmayacak senin için.” Dağılmakta olan sisin içinde kurdu sırtladı evinin önüne kadar taşıdı. Üç köpek de kurdun yeri damlayan kanını koklayarak köye yürüdü. Mikdat, evinin yanındaki ağılın kapısı önüne leşi yere bıraktı. Evden urgan alıp dışarı çıktı. Beş dakika sonra ise kurt leşini boğazından ibreti alem için elektrik direğine astı… Köpekler havladı… Karşı tepenin üzerinden dişi kurt uluması duyuldu… Mikdat evine girdi. Odanın sarı lambasını söndürmeden beşikte uyumakta olan 6 aylık oğlu Bozkurt’un yanağını ve saçını öptükten sonra yatağına girdi…
Orhan Yıldırım