0

Meslekçe gazeteci olmasına rağmen uzun yılardır editörlük ve çevirmenlik yapıyor. Çingiz Abdullayev, Noel Kalef, Michel Lebre, Marguerite Duras gibi yazarların romanlarını Rusçadan Azerbaycan Türkçesine çevirdi. Girdap adlı öykü kitabını yayınlandı.

Azerbaycan Yazarlar Birliği ve Azerbaycan Gazeteciler Birliği üyesidir.

EN İYİ KÖPEK

Ben hiçbir zaman mucizelere inanmadım. Gerçek gerçek hayatta mucize imkânsız zaten. Çünkü mucizeyle gerçek bir araya gelemez de.

Oysa mucize oldu. Buna ben bizzat görüp tanık oldum: gözlerimle görmekle kalmadım, bunu yaşadım bir de. Ben bir köpeğe dönüşüverdim… Bütün gerçeklikler, somutluk ve inamlar yüzüstü kaldı. Herkesi şaşırtacak bir olay yaşandı. Gözler fal taşı gibi açılarak yerinden fırlayacak gibi oldu. Hayret ve şaşkınlık, korku duyguları birbirine karışıverdi. Fakat olan olmuş, geçen geçmişti. Daha dönüşü imkânsız olan bu durum halen bile benim için gizemli olarak kalmakta, oysa ben bir beşerdim, bir insandım ya…

Ben kadındım. Güzel, alımlı ve marifetli bir kadın. Ama bunun öncesi de vardı, ben çekici sevilmeye değer bir kızdım. Sevilmek için insana ne gerekiyorsa, bende onların hepsi vardı…

– Ulan köpek, bastır git buradan!..

Dur ya bir dakika… Ben gerçek bir köpekmişim gibi kendimi üşengeçliğe vurdum (Bu arada köpeğe dönüştüğümü söylemeyi unuttum). Bu sözleri bana söyleyen adama aldırmazca şöyle bir bakış attım. Sonra ağır bir hareketle yerimden kalktım. O sırada esnedim bile. Sana hiç aldırmıyorum babında. İstersem, hiç buradan yani gibi bir şey. Babanın mı yeri burası?.. Ben de senin gibi…Hayır yaa… Şimdi senin gibi olmasam bile, her halde, evinde yatmıyorum… Ama yine de kalktım. Karşıya geçip sokağın diğer tarafında kendime yer buldum.

Neyse. Evet ya, işte onu diyordum, ben güzel bir kızdım. Kader bana gülmedi. Şikayetçi de değildim aslında, yaşayıp gidiyordum. Yiyordum, içiyordum, çalışıyordum. Konu şu ki ben tüm bu monoton işleri hayat adlandırmıyordum. Bence insanın bu hayatta bir sıra dışı özelliği olmalıdır. Çünkü yiyip içmek, dolaşmak, doğup üremek ve ölüp gitmek zaten hayvanlar için de var.

İşte ben de böyle bir hayvana (aman Allah’ım!) musallat oldum. Onunla evlendik. Bir yerde yaşamaya başladık. Bu da kısa bir süre değildi. Ben kaderimden memnundum. Fakat gel zaman git zaman onun tuhaflıkları ortaya çıkmaya başladı. Şöyle diyelim, bana daha önceleri belli olmayan özelliklerini görmeye başladım. Sonraları o beni insan gibi kabul etmedi… Başıma gelenlerin hepsini ayrıntılarına kadar anlatmaya (söze çevirmeye) şimdi gücümüm bile yok… Neyse. Bu adam kocam olduktan sonra onun kadına karşı tavrı da tam farklı olduğunu gördüm. O, bana bir eşya gibi bakmaya başladı. O, bütün dünyada özgür kadın olmadığını, hepsinin erkeğe bağımlı olduğunu söyledi. Eğer aşkın özgür olduğu ülkelerde bile, kadının bir erkekten kopup diğer erkeğin koynuna girdiğini görürsün. Kadın kim ki onun bağımsız yaşasın, onun buna hakkı yok ki…

O beni hep küçük düşürdü, bana hakaret etti, aşağıladı, benim kadın olarak direnemememi kullandı. Beni hizmetçiye çevirdi. Beni kendisi yaratmasa da yönetmeye başladı. Beni durmadan yargıladı, infaz etti. Beni hapse attı… Sonra benim yediklerime üzüldü. Beni fazlalık bildi, ucuzlaştırdı, değersizleştirdi, bana güldü… Gözümün içine baka baka bana güldü hem de kendinden geçercesine…Bana, ben ekmek almazsam, açlıktan ölürsün be, dedi… Bana ihanet etti, kendisi gibi bir şerefsizi alıp eve getirdi ve bununla bana burasının sadece onun evi olduğunu, istediğini de yapabilir, mesajını vermiş oldu! Ben burada hiç kimseyim yani!..

İlişkimiz gittikçe bozulmaktaydı. Aramızda aşılması, geçilmesi imkânsız kocaman bir uçurum oluşmaktaydı. Ben hep endişe içerisinde yaşıyordum, sek sekeliydim. İnsanın bu kadar duyarsızlığını, aldırmazlığını ilk defadır böylesine görüyordum. Ben ona gönlümü verdiydim… Hayatımı, kaderimi ona bıraktıydım. Yıllarımın, kaybolan gençliğimin işte böyle harcanıp gideceğini hayal bile edemezdim. Onu hayatım kadar seviyordum. Ona “hayatımsın” diyordum. Onun acı sözleri, soğuk tavırları damarımda kanımı donduruyordu. Aldandığımın farkındaydım. Fakat geç kalmıştım, her şey bitmişti. Onun bumbuz soğukluğunun nedeniyse anlamıyordum. Her şey düzelir, yoluna girer diye çok bekledim. Bir süre sonra kendi hayatımın gölgesine dönüşüyordum. Sanki bu evde kadın yaşamıyordu. Onun üst başı, süs püsü, düzeni olmamalıydı. Sanki tüm bunlara ayrılan zaman ömrün anlamsız parçasıymış. Aramızdaki buzun hiçbir zaman erimeyeceğine hiçbir kuşkum yoktu daha. O, monoton, sıradanlaşmış bir hayat yaşıyordu. İşten gelip yiyip içiyor, sonra sessiz kanepeye yatarak televizyon kumandasına sarılırdı. Ben de öylesine kalakalırdım. Her defa bu konuyu açmak isterken, lafı ağzıma sokardı. Öyle kelimeler kullanırdı ki ben yerimde kalakalır, söyleyecek tek bir kelime bulamıyordum.

Tuhaf bir resmiyet oluştuydu aramızda. Benim bu resmiyeti kırıp dökmeye ne cesaretim vardı ne de imkânım. O, evdeyken kendimi çok yıpranmış, ezik hissederdim. Birileriyle, bir tanıdık veya akrabayla telefonla konuşmak zorunda kalınca, bunu da çok kısa tutardım. Ara sıra konuşmalarımızda evde çok sıkıldığımı, çalışmak istediğimi söylerdim. Bu konuşmalar pek uzun sürmez, hemen konuyu kapatırdı. O buna fırsat bile tanımazdı. Bütün günü içimde, kendi kendime konuşuyordum. Gülmeyi artık unuttum bile. Sesimi çıkarıp ondan bir şey sorunca, sesim kendime bile tuhaf gelirdi. Ben sanki konuşmuyor, cıvıldıyordum.

Evde yalnızken durumumu çok düşünür, incelerdim. Her gün onun elbiselerini temizlemem, ütülemem beni usandırmıştı. Bu işler bir göreve dönüşmüştü. Onun ayakkabılarını temizlemesini hiç istemezdim. Sanki ben bu işler için doğmuşum. Uslu yetim çocuğa dönüşmüştüm. Sanki sokaktan bulunmuş bir sefildim, yabancı şehirde veya ülkede yaşıyordum. Akrabalarımla da tüm ilişkilerim koptuydu. Konu açılıp, akrabalarımdan soran olunca da çok huysuz, gidiş geliş, kalabalık sevmez”. Bu duruma katlanmam bile acayipti zaten… Artık özgürlük, bağımsızlık benim için düşmez bir kaleye, yetişilemez bir zirveye dönüşmüştü. Yakındaki mağazadan ekmek almaya giden evli kadınlara öyle bir imreniyordum ki. Onları görünce göğüs dolusu bir iç çekerdim… Ama bu benim içimi hafifletemezdi. Oysa tam tersi, durumumu bir az daha ağırlaştırırdı. Omuzlarımda, göğsümde taşıyamadığım ağır bir yük varmış gibiydim. Ben kısmetime, kaderime bakıp sessizce ağlıyordum. Hüngürtüyle ağladığım zamanlar da çok oldu. Beni kimsenin duymayacağına o kadar emindim ki. İstediğim kadar ağlayıp içimi boşaltmaya kimse engel olamayacaktı. Ama içim bir türlü boşalamıyordu ki…

Bedenimdeki ağırlık canıma tak etmişti. Hareketlerimde de tavrımda da bir ağırlık olduğunu hissediyordum. Hızla yaşlanıyordum… Ömrümün ilkbahar anları hızla sararıp solan sonbahara dönüşmekteydi. Ama bu sonbahar masallarda anlatıldığı gibi kızıl ve pek bereketli değildi…

Ben mutsuz bir ömür yaşıyordum. Beni daha çok düşündürense tüm bu yaşadıklarımın nedeniydi. Bu soru hatta çözüm yolu aramama engel olur ve fikirlerimi allak bullak ederdi. Günahı hep kendimde arardım. Bulamazdım tabii. Benim geçip giden ömrüm acı bir teessüf dışında bir şey değildi. Gittikçe çevremdeki her şey donuyor ve beni üşütüyordu. Saki bir yığın buz içerisine düşmüştüm, onu eritmeyeyse bir tek nefesim vardı…

Akşamlarsa daha çok sıkılırdım. Tüm günü ev işleriyle uğraşıyordum. Hem de gündüzleri evde yalnız olduğumu biliyordum. Her halde kendi kendime konuşacak değildim ki?! Akşam bastırdığındaysa artık onun eve dönmesini istemezdim.

Aynı evde topu topuna iki kişi olmamıza rağmen, insan sesi duymazdım… Akşamın gelmesini hiç sevmezdim…
Bir keresinde gece benimle kavga etti. Sonra beni evde yalnız bırakıp gitti. Ben sabaha kadar camda durup gözyaşı döktüm. O gece dışarıda çok fena rüzgâr vardı. Pencerenin altındaki kocaman söğüt ağacı az kalsın yıkılıp dökülecekti. Ben bu söğüdün rüzgâra direnmesini izliyordum. O, sanki rüzgarla savaşıyor, bazen rüzgâra kafa tutuyor, bazen de ona yenik düşüyordu. Budakları birbirine dolaşıyor, yaprakları şiddetten dökülüveriyordu. Çaresiz ağaç o taraf bu tarafa savrulup duruyordu. Sanki saçlarını yoluyordu… Ben ona bakarak düşünüyordum. Ne yapacağını düşünüyordum. Fakat yine de bir yolunu bulamıyordum. Utanıyordum. Mahcuptum. Yaşadıklarımdan kimsenin haberi yoktu. Kendimi mutluymuşum gibi gösteriyordum…

Başımın üstünde bir ağırlık hissettim. Nemli gözlerime karanlık çöküverdi… Tutsağı olduğum bu evin penceresinden bir de dışarıya bakınca sabahın alacakaranlığında sokakta bir köpek gördüm. Köpek öyle özgürdü ki…

“Rabbim, beni de köpek yap! Bana acı lütfen! Ben daha insan olarak yaşamak istemiyorum! Kurtar beni bu çileden…”

O gün Allah’a daha neler söylediğimi unutmuşum…

– Köpeğe bak, lan! Adam gibi yolu yeşil ışıkta geçiyor. He he he he.

Bunu söyleyen bir öğrenci çocuktu.

Bırak söylesin, o daha küçük. İnsan olarak yaşamanın zorluklarını henüz görmedi. Hem de zavallı nereden anlasın ki ben önceleri… Neyse boş ver. Ama köpek olarak yaşamak da kolay değilmiş… Seni köpek gibi hep oradan buraya, buradan oraya kovarlar. Çocuklar sana musallat olur, taş atar, uğraşırlar. Bazen saatlerce çöplükte eşelenmeli olursun… Hayır, en iyisi bu konuyu açmayalım bile. Ama şunu da söyleyeyim it yerine konulan insanın durumu beterin beteri zaten… Ben o gece oturup onu bekledim. Görüntümün değiştiğinin farkındaydım tabii ki. Vücudumun güzel, kızıl renkli kadife gibi tüyle kaplandığını görüyordum. Rabbim, tüm bunlar neydi?! Ama nedense, beni bir dehşet sarıverdi… Kendimi tam görebilmek için aynaya bakmak istiyor, fakat sakınıyor, üşeniyordum… Buradan hemen gitmek, yok olmak istiyordum. Fakat bunun için kapıyı açıp dışarıya çıkmak gerekirdi…

O, eve döndüğünde şafak daha yeni sökmeye başlamıştı. Hava zar zor ışıklanıyordu. Zil zurna sarhoştu. Kapıyı anahtarla açıp içeriye girdi. (O, hiçbir zaman kapıya vurmazdı.) Sonra öfkeyle kapıyı kapatıverdi. Ama kilitlemedi. Bu ya Allah’ın işiydi ya da… onun içkili olmasından kaynaklanırdı. Ama sonuçta şans yüzüme gülmüştü. O, yatak odasına geçip üstünü çıkarmaya başladığında, ben koridora kaçtım. (O, eve gelince bana bakmazdı zaten. Bana selam bile vermek ona fazla gelirdi.) Adımlarım şimdi eskisinden çok daha sessizdi doğal olarak. Ama onun korkusu canıma o kadar tak etmişti ki ben şimdi bu halimle bile onu görünce elim ayağıma dolaşıveriyordu. O evinde bir köpekle karşılaşsa, onun kim olduğunu hayatta aklının ucundan bile geçiremezdi. Sanki bunun için de bana fırça atıp azarlayacaktı… Oysa tam tersi, hatta biraz korkacaktı… Sonra da tabii ki beni arayıp bu köpeğin onun evinde ne yaptığını, nerden çıktığını soracaktı… Ama bütün bunların hiçbiri olmadı. Ben de tam söylediğim gibi, hafif ve hızlı adımlarla koridora kaçtım. Kapının kolunu dişlerimle iyice kavrayıp aşağıya çevirdim. Kapı açıldığı gibi, hızla geçip deminki gibi çarpıverdim… Al bu da sana misilleme! Kapıyı nah işte böyle de çarpmak olurmuş! Dışarıya işte böyle, aniden dışarıya atlamamla nelerle karışılacağımı bir anlığa unutup ilk olarak özgürlüğümü hissettim! Bu, bana öyle bir zevk verdi ki. Onu görünce korku ve heyecandan atan kalbim şimdi başka bir heyecana dayanamayıp yerinden fırlayacak gibi oldu. Oysa ben bir şey yapmadıydım! Meğer bütün bunları ben mi yaptıydım!?.. Ben sadece, dua ettiydim ve… Rabbim! Bütün dualar böylece kabul edilir mi?! Bütün istekleri böylece gerçekleştirmek olur muymuş? Ben hasta hayatımın iyileşmesini, sağalmasını arzulasaydım, mutlu ola bilir miydim acaba? Galiba kafayı yedim… Bu benim hep dualarımda değil miydi? Ama şükür, yene buna şükür, Tanrı belki de daha beterinden korumuş. Belki de beni sınadı ki, sonraları kısmet olursa, bir daha insan olursam (duygu patlaması yaşadım sanki), insanlara söyleyeyim ki… kendinize kötü şeyler dilemeyin…

– Lan it, bastır git! İyice yayılmış bu da!

Ben çeniledim. Bazen bele de olurmuş, yapacak bir şey yok. Ama bunun da bir çaresi var; şimdi ben köpeğim ya!
Bazen öyle de olur, aynen insan gibi, kendi içime kapanıp gidiyorum. Sessiz bir köşe bulup inzivaya çekilirim. El – ayaktan uzak kalırım. Bu toplumda yaşamak canıma tak etti doğrusu. Ama hayattan da doyulmuyor, ne yazık ki. Köpek gibi yaşasan bile… İnsan olunca tasan da fazla olur. Köpeğin umurunda mı sanki? Zaten insan gibi de derdimi içimi dökecek kimsem de yoktu. Başımı alıp ülkeden gidesim vardı. Ama gideceğim yerlerde başıma geleceklerden haberim yoktu. İşte bu yüzden tüm bunlara dayanmak zorundaydım. Bir beklentim de yoktu zaten. Hayatım şimdi yaşadıklarımdan pek farklı da değildi. Hem de o zaman sadece adım insan olarak geçerdi. Kendimse koca bir merkebin köpeğiydim. Onu da belirtelim ki hiçbir köpek merkebe köpeklik yapmak istemez. Atın yanında köpek olunabilinir ama merkebin yanında değil… Onun çalışmak ve yemek dışından başka duygusu olamaz. O, sadakatten ve dostluktan anlamaz… Kısacası, yükleyip…

– Ay, tatlı köpek bu! Evimize götürelim, ya! No’lur, anneciğim?

Ben “gülümsedim”. Moralim yükseldi. Gözlerimi memnunca kırptım. Yeryüzünde çocuk samimiyeti dışında başka bir gerçeklik var mıydı? Eh işte, tabii ki de size gitmekten çok memnun olurum, ufaklık! Beni köpek gibi alıp götürmenizi isterdim…

– Hayır, onunla istediğin zaman gelip oynaya bilirsin sadece. Burada oyna işte, eve götürmek nereden çıktı?

– Onu alırsak, ne olur ya?

– Biz nerden bilelim ki o, kimin köpeğidir? Belki de onu arıyorlar, sahibi vardır. Bu hiç de sahipsiz köpeğe benzemiyor… Daha önce onu buralarda hiç görmedim. Sanki bil evden çıkmış… Baksana ne kadar güzel ve bakımlıdır. Kim bilir belki de sahibine karşı gelmiş, evden kovulmuş… Öyle olunca bizi de ısırır ama. Dikkatli olmamız gerek. Hep köpeğe de güvenilmez, yavrucuğum.

Doğru söylüyorsun, sevgili insan! Tam da içimden geçenleri söyleyiverdin! Ama kaş ki dillenip sorabilseydim: peki her bir insana nasıl, güvenmek mümkün mü?!

Maalesef! Ne yapayım? Bazen içimden dönüp yeniden insan olmak geçmiyor diyemem. Ama evsiz-barksız, yurtsuz-yuvasız insan olmak da kolay değil. Zaten böylesini insandan saymazlar ki… Bu yüzden de geceleri ıssız bir yere çekilip hazin hazin ulurum…

Leave a Comment

İlgili İçerikler