SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Öyle bir bakıştı ki o. Bu bakışıyla bütün düşüncelerini anlatmıştı sanki. Öfke, hüzün, hayal kırıklığı. En çok da hayal kırıklığıydı yüzündeki ifade. Dudakları hafif sola kıvrılmış belli belirsiz titriyordu. Yeşil gözleri nemli ama çakmak çakmak bakıyorlardı. Ağlamayacaktı. Sağ kaşı sola göre daha kalkıktı. Saçlarını bu sabah taranmamıştı. Dümdüz eline kadar inen kızıl saçları hafif elektriklenmiş biraz da karışmıştı. Düşünürken saçlarını dağıtırdı elleriyle, çok düşünmüş belliydi. Ayağında geçen sene yeni yıl da kız kardeşinin hediye ettiği ördekli pelüş terlikler vardı. Sağ ayağındaki ördeğin bir gözü silinmeye yüz tutmuştu. Öylece kapı eşiğinde çıplak ayaklarında pelüş terliklerle bana bakıyor tek kelime bile etmiyordu. Aslında bakışlarıyla çok şey söylüyordu ama ağzını açmıyordu. Sağ elinde duran kahve kupası biraz daha gevşedi. Sabah kahvesini içmeden ayılamayanlardandı ama bu en az üçüncü bardağıydı. Bugün ayılmaya diğer günlerden daha fazla ihtiyacı vardı. Kafasını toplamaya çalıştıkça hep daha çok dikkati dağılırdı. Küçük bir çocuk gibi dudaklarını büzer yoğunlaşmaya çalışırdı ama aklına en olmadık şeyler de tam o an gelir dikkatini dağıtırdı. ‘Hayat kısa’ derdi hep ‘Çok fazla düşünmeyeceksin. Bırak yarını bir saat sonrayı bile… Düşünememişti. Ben karşısında gözümü bile kırpmadan onu izlerken o düşünemediği bütün bu olup bitene anlam bulmaya çalışıyordu.
O ilk şaşkınlığı geçince yüzündeki ifade şaşkına döndü. Olanları biraz daha algılamış ne yapacağım diye soran ifade. Göz bebekleri büyüdü, göz kapakları biraz daha aralandı. Kahve kupası daha fazla parmak eklemlerine tutunamadı. İçerisinde ki dörtte biri dolu kahveyle birlikte ahşap döşemeye düştü. Girişte ki holde duran halıya sıçradı birazı, birazı da benim jean pantolonuma. Pelüş terlikler de ıslandılar ama şu an ne Mardin gezisinden bütün itirazlarıma rağmen bayılarak getirdiği halı ne kız kardeşinin hediye ettiği terlik ne de benim jeanim umurundaydı. Düşen bardağı bile fark etmemişti sanki. Hatta ayağının dibinde ki cam kırıklarını bile. Gözlerini benden ayırmadan bakıyordu öylece, belki de o an biraz hissetmeye başlamıştı acısını. Tırnaklarında ki mavi oje dünden kalmaydı. Bir ojeyi iki günden fazla kullanmazdı. Büyük ihtimalle benim attığım mesajları okurken bir yandan da tırnaklarını kurutmaya çalışıyordu nefesiyle. Çünkü cumartesileri bakım saati dediği bir saat vardı şaşmazdı. Başparmağında ki ojenin uçları soyulmuştu, attığım mesaj onu dehşete düşürmüş olmalıydı. Bir telaşla komodinin ucuna çarpmıştı yoksa asla onun yapacağı bir hata değildi. Yüzü iyice beyazlamıştı. Biraz önce telaştan iri iri açılan göz bebekleri zayıflamış yeşili solmuştu. Sessizliğini korumaya devam etti. Sanki ne söylerse söylesin boşaydı. Bağırsa da çağırsa da sonuç değişmeyecekti. Ellerini göğsünde kavuşturdu bilinçsizce. Ayakları onu daha fazla taşıyamayacaktı. Tansiyonu düşmüş büyük ihtimalle gözleri kararmıştı. Artık beni görmüyordu. En sevdiği kupanın üzerine boylu boyunca düştü. Kafasını ahşap zemine vurduğunda tok bir ses çıktı. Genzinden gelen seslere kulak kesilmeme rağmen sadece hırıltıydılar, anlamsızdı. Göz kapakları kapandı, sağ kaşı soldakiyle aynı hizayı aldı. Göğsünde ki elleri iki yana açıldı. Kırmızı kan ahenkle süzülerek ahşap döşemeyi kaplamaya başladı. Elimdeki silahı saygıyla yere indirdiğimde çoktan kalbi atmayı bırakmıştı. Ben oradan ayrılırken kızıl saçlarına kahve bulaşmıştı.
Didem Türkmen