SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Birkaç yıl önce…
Sıcak bir yaz mevsimi…
Bir kurum için belgesel film hazırlıyoruz o zamanlar… Ödenek çok yüksek değil, yedi-sekiz kişilik bir set ekibimiz var. Proje için aradığım yönetmenler epey para istemiş. Sallamışım hepsini…
“Ben yaparım yönetmenliği neyim eksik!”
Güneydoğu’nun unutulmuş bir şehrindeyiz…
Bir hafta öncesinde Didim’deki yazlığımda deniz mavisini çekmişim içime… Şimdi bu gözden ırak kentte maviyi arıyorum. Deniz yok. Birkaç gölet gibi bir şeyler var. Canım sıkkın. Çekimler uzamış.
Setteyiz. Suyumuz bitmiş. Gerginim. Prodüksiyona bağırıp çağırıyorum:
“Su getirin yav!”
Neyse uzatmayayım, sekiz-dokuz yaşlarında masmavi gözleri, ılık bakışları olan bir çocuk kalabalığın arasından sıyrılıp geliyor yanıma.
“Ağabey sen dur, ben alıp geleyim su.”
Biraz sonra eski kasa bir reno-12… Arabanın bagajında testi testi soğuk su… Nasıl içtik kana kana. Çocuğun babası getirmiş suları. Çocuğa dedim ki:
“Elamanı gönderdim hâlâ gelecek, sen kaptın suları geldin. Helal sana!”
Çocuk mahcup… Saygılı… Çocukluğunda adamlığını bulmuş… Masmavi gözleri…
“Ağabey çeşme var ileride doldurup getirdik” diyor.
Ertesi gün çocuk yine geliyor sete. Bu defa suyumuz var, biliyor.
“Ağabey ayran getireyim mi?” diye soruyor bana. İstemem dememe bakmıyor, kapıyor testi testi ayranları geliyor babasıyla. Bu defa ben mahcubum. Yanağımda çocuk kırmızısı bir mahcubiyet… Ertesi gün yine geliyor. Gözlerimin içine bakıyor bir şey ister miyim diye.
“Gel yanıma” diyorum, geliyor.
‘’Nesin, necisin?’’ diyorum. Babası ırgatlıktan gelme, tarla sahibi olmuş. O okuyor. On dört kardeşler.
Çocuk anlatıyor:
“Ağabey ben de filmci olacağım” diyor. Ben çocuğun mavi gözlerindeki derin düşlere dalıyorum o an.
‘’Neden?’’ diyorum.
“Seviyorum” diyor. Ben bu “yaşından büyük bilgeliğin” karşısında şaşırıyorum. Ertesi gün yine geliyor. Bu defa yerini biliyor, prodüksiyon da onu tanıyor. Gelip yanımdaki tabureye oturuyor. Beni izliyor, saniye saniye.
Akşam oluyor. Set bitiyor. Çocuk, arkadaşlarıyla konuşuyor.
“Bilirsen, ben yönetmene baktım. Film böyle böyle çekiliyor. Valla kolaymış, ben de yönetmen olacağım ula” diyor. Ben tebessümle onu izliyorum.
Ertesi gün oluyor, çocuk yine geliyor. Bu defa bütün arkadaşlarını toplamış… Ben keyifli bir muziplikle, hem biraz gülelim hem de çocuk, arkadaşları arasında gururlansın diye ona soruyorum.
“Bak! Şurayı, bir de şurayı çekeceğiz. Nasıl yaparız sence?”
Çocuk bütün heyecanı ve hevesiyle anlatırken, ben onun yüzünde, kendi yüzümü görüyorum. Mavi bakışlarında benim kahverengi hayal kırıklıklarımı ve mavi İzmir’i görüyorum. Ertesi gün oluyor. Çocuk yok.
Bir sonraki gün… Çocuk yine yok.
Sonraki günler de yok.
Proje bitiyor. Toparlanıyoruz ama aklım çocukta…
Hasbelkader bir arkadaşına rastlıyorum. Çocuğu soruyorum. Başını eğiyor.
“O öldü Ağabey!” diyor.
İçim kederle doluyor.
‘’Niye?’’ diyorum.
‘’Ağabey zaten o hastaydı.’’ diyor.
Her şeyden soğuyorum o an. Şehirden, gördüğüm insanlardan. Her şeyden… Daha dört gün var dönmemize. Unutmak istiyorum. Olmuyor. Çünkü her şehirde olduğu gibi bu şehirde de sabah oluyor. Prodüksiyon amiri geliyor yanıma sık sık.
“Abi niye taktın bu kadar, harap ettin kendini bak.“ diyor.
“Mavi’nin bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum.“ diyorum.
O anlamıyor. Tek düşündüğü alacağı haftalık.
Gideceğimiz gün gelip çatıyor. Ben kederimi bu kentte unutacağımı varsayıyorum. Yola çıkıyoruz. Yorgunum. Dalıp gidiyorum bir ara.
Çocuğu görüyorum rüyamda. Mavi bir deniz var arkasında. O ise belgesel setini yönetiyor. Sunucuya ve prodüksiyona talimat veriyor. Uyanıyorum. İçimdeki acı hafifliyor.
“Yönetmen oldu” diye mırıldanıyorum. Gözlerim yaşarıyor ama bu defa kederden değil, mutluluktan… Çünkü biliyorum ki, onun bu kısa ömründe, belki de en çok istediği ve hayal ettiği şeyi ona verdim, öyle gitti.
Biliyorum ki, o çocuk renkli dünyasında, adamlığının hayalini kurarken ben kısa da olsa bu hayalini yaşattım ona.
Biliyorum ki, şu minibüste bulunan herkes, yaşadığı şehre dönmenin sabırsız heyecanını yaşarken, ben bir çocuğun hayallerini teslim edip, onu cennetteki setine uğurlamanın gururunu yaşıyorum.
Biliyorum ki, bir gün, ben de, onun göç ettiği düş şehrine gidersem ve Allah nasip eder de iki kanadım olursa, onun yönettiği sete uçmak için kanatlarımı çırpacağım.
Biliyorum ki, şu küçük dünyada, büyük hayallerine dokunup yücelttiğim hayâl sahipleri, beni o düş şehrinde bekleyecek ve ağırlayacak.
Mehmet ÇETİN