ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
Ne gölge kar etti sıcağa, ne de üst üstte alınan banyolar… Deniz ya da ırmak lazımdı serinlemek için ama deniz de ırmak da buralarda ne gezer. Göğe yükselmiş apartmanların arasında kaybolmuştu rüzgâr. Şehrin tam ortasında kavruldu ahali.
Çöl sıcağı gelmeden önce çekirgeler bastı mahalleyi sonra da sivrisinekler. Derken öyle bir sıcak bastırdı ki, nefes almak imkânsız. Son yılların en sıcak günleri yaşanacak demişti televizyonlar ama bu kadarını da beklememişlerdi. Güneş, altın barak gibi gökte parlarken rüzgar kuş olup gitmişti sanki. Dallarda kıpırtı yoktu. Geceleri hava biraz daha serin olmasına rağmen yine de uyku işkenceye dönüşüyordu. Kışın o tatlı rüyaları hayallerde kalmıştı. Bastıran çöl sıcakları yatağı yorganı tarih etmişti. Uykusuz kalan mahalle sakinleri gece yarılarına kadar dışarıda oturup ne kadar terleyip bunaldıklarından bahsediyordu. Hacı Nusret ‘’Vallahi ben Mekke’de görmedim böyle sıcağı’’derken, solcu İsmail ‘’ Bunun adı küresel ısınma Hacı Amca ’’diyordu. Dondurmacı Refik külah külah dondurma satarken mahallenin fırıncısı Vakfıkebirli İlyas, artık emekli olma zamanını hesaplıyordu. Bakkal Cevdet’in buzdolabı, meşrubatları soğutmaya yetmezken insanlar bunaldıkça soğuk içeceklere yükleniyorlardı. Yemekler pişer pişmez ekşimeye başlıyordu. Sıcak, insanı elden ayaktan keserken yalnız kadınlar sevindi çöl sıcaklarına. Sıcakları fırsat bilen mahalle kadınları halıları yıkadılar. Yatak yorgan balkonlara dökülüp yünleri havalandırıldı. Sabun koktu mahalle. Çamaşırlar asıldığı gibi kurudu keskin güneşin altında.
Mor sokaktı mahallenin adı. Bu ismi mahallenin hemen girişinde bulunan eski ahşap bir evin kapısından almıştı. Mor kapı gelen geçene selam ederken üzerine bulaşan yalnızlığı tokmağı ile karşılılardı. Yaramaz çocuklar evin önündeki kapının tokmağına mutlaka dokunurlardı. Tokmak, dok bir ses çıkarır ürken çocuklar çığlık atarak kapının önünden uzaklaşırlardı. Yıkıldı yıkılacak gibi duran ahşap konak apartmanların arasında oyuncak gibi kalmıştı. Yaşı yüzyılı geçen konak, çürümüş tahtalarına, çökmüş çatısına rağmen hala ayakta duruyordu. Restore edilmek için sırasını bekleyen konak geceleri perili eve dönüşüyor, ıssızlığıyla mahalle sakinlerini korkutuyordu. Önündeki küçük bahçede devasa karadut ağacı dallarını göğe uzatıyordu. Ağaç, üzerinde olgunlaşmış kan kırmızısı dutların ağırlığına daha fazla dayanamayarak meyvelerini asfalta döküyordu. Asfalt yol, kan kırmızıydı. Verimli karadut bütün mahalleye meyvesini sunmakta özenli davranıyor eksildikçe artmaya devam ediyordu. Bastıran çöl sıcakları ile karadutları daha da şerbetlenmişti. Ağacın dallarıyla gölgelenen bahçe, arıları ve sinekleri cezp ediyordu.
Sıcak… Asfalt eriten sıcak… İnsanı zorluyordu. Mahalleli düşündü taşındı. ‘’Denize gidelim’’ dendi. En kestirme sahil şehrin 70 kilometre uzağındaydı. Mahalle adamları işe el attı. Esnafa ait birkaç kamyonet vardı. Sahipleri razı edildi. Bunalan millet pazar gününde karar kılmıştı. Kadınlar dolmaları geceden sardı. Kekler, börekler, çeşitli harçta yapılmış mayalı çörekler… Hepsi kondu piknik sepetlerine. Çocuklardaki şenlik denize kavuşma arzusundan başkası değildi. Delikanlılar yarı çıplak kızları kesecekti. Velhasıl güzel olacaktı piknikli deniz.
Pazar günü gelip çattı. Sabah altıda hazırdı mahalleli. Zaten sıcaktan kim uyuyabilmişti ki; yarı baygın bindiler kamyonetlerin kasasına. Çoluk çocuk sığdı hepsi. Mahallenin esnafı da kepekleri indirince birkaç yaşlı kadın ve adama kaldı mahalle.
Bekir o gün yoktu içlerinde. Karısının tabiriyle zıkkım olası içkiyi bırakalı üç ay olmuştu ama… Sarhoş olmayı o kadar özlemişti ki; Bekir katıksız rakıyı rüyalarında içiyordu. Oysa içkiyi bırakmak için ne mücadele vermişti. Tedavi görmüştü ve karısı Bekir’e muska yazdırmıştı içkiden soğusun diye. Atletinin üzerinde paslı bir çatal iğnenin ağzında salınıp duruyordu muskası. Olmuyordu işte. Dili damağı bir yudum rakı için kuduruyordu. Hastanın doktoruna, aşığın sevdasına, sıcağın soğuğa kavuşması gibiydi ruh hali.
Evde ne karısı vardı ne çocukları. Hepsi mahalle pikniğindeydi. Evdeki yalnızlığı değerlendirmek istedi ama rakının kokusunu karısı illaki alırdı. Boş sokaklarda gezindi. Sağa sola bakındı. Cebine sakladığı büyük rakı şişesini kaybedecek gibi sıkı sıkı tutuyordu. Mahallede bir tur daha attı. Mor kapılı ahşap evin önüne geldiğinde durup eve baktı. Bulmuştu içeceği yeri.
Mor kapıyı ayağıyla tekmeledi. Kapı ince bir menteşe gürültüsü çıkararak içeriye devrildi. Ahşap evin içindeydi Bekir. Yukarı kata çıkmayı düşündü ama basamakları yıkılacak gibi duruyordu. Korktu. Olduğu yerde içecekti. Hem kim görecekti onu. Koca mahalle denize sefa sürmeye gitmemiş miydi? Açtı rakıyı. Uzunca bir süre kokladı. Rakının içindeki anasondan başı döndü. Duyduğu anason kokusu perçinlenen iştahını doruğa çıkartmıştı. Katıksız içmeye başladı. Aldığı tedavileri, karısıyla boşanmanın eşiğine geldiğini, uzun geceler ettiği tövbeleri… Bekir hepsini unutmuştu. İlk yudumu ağzına attığında ‘’Oh be! Ne de özlemişim namussuzu’’ dedi. İçiyor, içtikçe ağzının tadı yerine geliyordu. Kayıp arkadaşını bulmuş, rakısına kavuşmuştu. Şişe birkaç yudumda bitiverdi. Ne çabuk gelmişti dibi. Alkol yavaşça bedeninde gezinmeye başlarken sigarasını da yakmıştı. Bekir eski günlerin içine dalıp garip bir hayalin ortasında kalmıştı. Soğuk balıkçı barınaklarında içtiği geceleri hatırladı ama şimdi soğuk ne gezer. Vücudu yanmaya başladı. Çöl sıcakları gölge de bile vuruyordu. Bekir üzerindeki gömleği çıkarttı. İçi geçtiğinde sigarası elindeydi.
Sıcak, içki, özlem çarpmıştı Bekir’i. Ne ara sızdığının farkında değildi. Belki de ayılamazdı azıcık yanmasaydı. Dehşetle ayağa fırladı adam. Yangın yerini tam ortasındaydı. Pantolonun paçası tutuşmuştu. Gayretle söndürdü ateşi. Mor kapılı ahşap ev çayır çayır yanmaya başlamış alevler basamaklardan üst kata sıçramıştı. Bağırarak evden çıktı. ‘’Yangın var, yetişin komşular! ‘’diye sokakta feryat figan ediyordu. Mahalledeki sessizlik bugünkü pikniği hatırına getirmişti. Bacağına sıçrayan alevin acısını unuturcasına sağa sola bakınmaya başladı. Eline geçirdiği dal parçalarıyla ateşin üzerine vuruyordu ama sıcak esen rüzgar alevleri alıp çatıya götürüyordu. Büyüyen alevlere bakan Bekir, itfaiyeyi aramayı aklından geçirdi. Pantolonun arka cebine koyduğu telefonunu çıkardı. İtfaiyenin numarasını hatırlayamadı. Arka mahalle sakinleri yükselen alevleri görünce koştu yardıma. Polis geldiğinde iş işten geçmişti. Bekir, ifadesi alınmak üzere karakola götürüldü.
Çöl sıcakları mahalleye ese dursun akşama doğru piknikçiler döndü. Hepsi serinlemiş denize olan özlemlerini dindirmişti. Kızaran yanaklar güneş yanıklarından sızlanırken mor kapılı sokağa adını veren ahşap evin enkazını gören ahali donup kalmıştı. Kendilerini evlerine atan mahalleli olup biteni öğrenince esnaftan birkaç adam Bekir ‘i görmeye karakola gittiler. Adamları karşısında gören Bekir oturduğu sandalyede yarı baygın dert yanmaya başladı. ‘’Yaktı beni namussuz karı yaktı! Muska yaptırmıştı içmesin diye. Çarpıldım Ağalar!’’
Meltem Faslı