ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
Tek kalemde alındı karar ve her şey bitti. Ağlıyordu kadın. İçinde sakladığı enfiyenin soluk bir bedene huzur vermesi gibi ağladıkça huzura erip kendi kendini uyuşturuyordu. Kimi zaman hıçkırarak, kimi zaman da sessizce, gözyaşlarını avuçlarında sakladığı mendiline silerek ağlıyordu. Yılgın ve kızarık eylül ayının yirmi birinci gününde sevdiği adam onu terk etmişti. Yürüyemeyecek bir ilişkinin bitmesinden daha tabii ne olabilirdi. Yürünemeyen bir yolun yokuşunu çıkıp yorulmaktansa o yola hiç girmeden, baştan yenilgiyi kabul etmesi gerekliydi. Adamın, fitili bitmiş bir mumu tek nefeste üflemesinin ardından her şey bitti.
Kadın ağlamasını kestiğinde, yapayalnız kaldığı parkta kafasını kaldırıp etrafa bakındı. Onun bu ince ve duygusal anlarını kimse görmemişti. Etraf bomboştu. Şehir, insan kalabalığını, gökten inen yağmur bulutlarından dolayı kapalı mekânlara hapsetmişti. Bir müddet ağaçlardan dökülen yaprakların toprağa karışmasını izledi. Yürümek için ayağa kalktığında sümüklü yalnızlığından utanç duydu. Ağlamak, otuzlu yaşlarda unutulmuş çocukluk anılarından kalan zamanı yeniden yaşatır gibiydi. O zamanlarda da ağlayan her çocuk gibi annesini arardı. Devr-i âlemin bu zamanında ise annesiz ağlayacaktı. Annesini seneler öncesi kaybetmiş, şimdilik sığındığı elli metrekarelik eski bir apartman dairesinde babasıyla yaşama sımsıkı sarılma mücadelesi veren genç bir kadın olmuştu.
Gölgesine düşen kurumuş yaprakları ayaklarıyla iterken parkın bitişiğinde bulunan otobüs durağına geldiğinin farkına bile varmamıştı. İskelenin karşısında bulunan durakta satıcıların sesleriyle irkildi. Rotası evi olacak, yemek yemeye kendini zorlayacak, belki biraz müzik dinleyecek, sonrasında uyuyacaktı… Yitik aklıyla tasarladığı tüm planı buydu. Hiç uyanmadan solgun günlerin son hatıralarını beyninden silmek istercesine uyumak istiyordu. Güneşin ışıltılarını hiç görmeden, yarasaların önderliğinde, yol kenarında bulunan tünellerin altlarındaki karanlıklara saklanmak geldi içinden. Yaralı kalbini bu saatten sonra hangi güzel söz iyileştirebilirdi? Yalnız ve yorgun bedeninin yapabileceği en güzel iş buydu: Bol bol uyumak.
Gelen ilk otobüse bindi. Deniz etrafında olmasına dikkat ettiği koltukların birine oturup, mutsuz bir şekilde başını cama dayadı. Otobüs, derin yer ve gökyüzü arasında ilerlerken yorgun göz kapakları kapanmaya başladı. Bozulan sinirlerini tamir edecek uyku, bedenini kaplamıştı. Oracıkta dili dışarıya çıkmış yetim bir kedi gibi uykuya daldı. İzin almadan kanatlanan ruhu, düş dünyasının senaryolarına girivermişti, her yorgun şehirli gibi…
Güzel düşler teknesine bindiğinde, yanında sevdiği adamı gördü. Adam elinde çiçeklerle karşısında duruyor: “Affet beni.” diyordu. Oysa affetmek uzun yolculuklar sonrası alınan sıcak duşların suyunu kirleten beden yağları gibi rögarların arasında kaybolmuş, silinip çok uzaklara akmıştı. Affetmek artık çok ötelerdeydi.
Donuk camda ve uyuyan şehirde, yalnız uyunan o değildi. Karşıdan gelen bir arabanın şoförü de uyuyordu ve iki uyuyan insanı büyük bir çarpmanın verdiği gürültü kendine getirdi. Uyandığında tam burnunun dibinde bir araç duruyordu. Kafasından akan kanlar eteklerine doğru süzülürken “Bu, ölüm olsa gerek.” diye düşündü.
Hastane koridorlarında bu kazadan dolayı sadece kendi başına gelen hafif yaralanmanın koşuşturmalarını yaşarken, hafızasının akıl almaz boşluğunda öylece debelenip duruyordu. Çarpmanın tesiriyle yaşadığı bilinçsizlik yavaş yavaş yerini hatırlamaya bırakıyordu. Yapılan tetkikler neticesinde önemli bir sağlık sorunu olmadığı anlaşılmıştı. Hatırlaması gittikçe hızlandı. Müşahede için yattığı hastanenin ölüm ağırlayan duvarlarına bakarken birden ağlamaya başladı. Hıçkırıkları ardı ardına vuran yağmur damlaları gibi yüzünü yakıyordu.
Yanına yaklaşan hemşire:
-Durumun iyi canım, korkmanı gerektirecek hiçbir sorunun yok.
-Ben ona ağlamıyorum.
-Eeee… O halde niye ağlıyorsun?
Ürkmüş gözlerini hemşireden kaçırarak dudaklarının arasından “Ayrılık” sözcüğü dökülüverdi. “Ayrılık… ” dedi, “Ah! Ayrılık…”
Meltem Faslı