0

Ofiste beni bekleyen onca işin arasında bir de mesai arkadaşım Gülgün’ün doğum günü kutlaması iki ayağımı bir pabuca sokmuştu. Arkadaşlar Gülgün için kocaman bir doğum günü pastası hazırlatmışlar ve ortasına yirmi dört adet mum dikmişlerdi. Aman ne güzeldi! Gülgün yaşlanmanın şerefine tam yirmi dört adet mumu söndürecek ve içinde bulunduğu anın keyfini çıkartacaktı.

Ortaya gelen pastanın mumlarını söndürmeden beni de yanına çağırmış;

-Sen olmadan mumları asla üflemem! diye, inat etmişti. Hatırı kırılsın istemedim. Pastanın mumlarını söndürme töreninde ben de yanında yer aldım. Saat akşamın beşiydi.  Aylardan kasım da olunca dışarısı bir hayli karanlıktı. Arkadaşlar ofisin ışıklarını söndürdüler. Artık sadece yanan mumları görebiliyorduk. ‘’İyi ki doğdun!’’ sesleri, ardından yükselen alkışlar, yanan mumların söndürülmesi derken flaşlar patladı! Ardı ardına patlayan flaşlar bir anda gözümün ortasını delip mermi gibi geçmiş ve beni sersemletmişti. O an gözlerimin karardığını hissettim. Daha önceleri de spot ışıkları ya da floransan ışıkları altında bu tarz göz yanılgılarım olurdu ama bu seferki çok başkaydı. Gözlerimin önünde kocaman siyah bir çukur açılmış, ardından şimşeğe benzeyen çakmalar oluşmaya başlamıştı. Ne tezattır ki; o çakan şimşeklere rağmen görme kaybımı yitirmiş gibiydim. Hatta’’gibiydim’’benzetmesi hafif kalır, resmen görmüyordum. Yorgunluktan olmalıydı. Paniğe gerek yoktu. Bugünlerde yeteri kadar iş stresi ile doluydum.  Hem uyku düzenim de bozulmuştu. Bilgisayara bakmaktan, saatlerce bıkmadan usanmadan, o büyülü ekranın ışıkları altında çalışmaktan sanırım gözlerim yorulmuştu. Gözümün önüne yığılan ışık harelerinin içerisinde hareket etmem zor olsa da şekerli içeceklerin sıralandığı sehpadan bir bardak gazoz alıp masama geçtim. Pastadan birkaç tadım aldığımda midemi bir bulantı aldı. Sanki başıma hafif bir ağrı oturmuştu. Üzerime çöreklenen bu tuhaf halin geçmesini bekledim ama korkmadığımı söylemek külliyen yalan olurdu. O dakikalar içerisinde tansiyondan felce, şizofrenden beynimde büyüyen kocaman bir tümöre kadar her hastalığı üzerime yapıştırdım. Neyse ki kısa sürmüştü. Geçmişti çok şükür! Kendimi dalgın, yorgun hissediyordum. Azıcık da olsa uyumak istiyordum. Odadaki gürültü bütün kaslarımı germişti.

O gece eve gittiğimde erkenden uyudum. Gözlerimin önünde beliren şimşek çakmalarını hatırladıkça tedirgin olmuyor değildim ama neden ve niçin olduğunu araştırma gereği duymadım. Hayat kaldığı yerden devam etti.

Aradan uzunca bir süre geçti. Artık o soğuk kış geceleri bitmiş, bulutlu ve yağmurlu bahar günleri gelmişti. Ara sıra beliren güneşin altında oturuyor, doğanın sunduğu D vitaminini içimde yeşertiyordum. Gülgün gibi bende doğum günümü kutlamış ve pastanın üzerindeki otuz iki adet mumu hala çöpsüz üzüm olarak tek başıma üflemiştim. Yıllar geçiyor, yalnızlığım azalacağı yerde daha da artıyordu. Kendimi işime vermiş, kariyer meraklısı olarak tam gaz demiştim.

Ofisin ayak işlerini yaptığım bir gün Gülgün’ün doğum gününde yaşadıklarım tekrarlanmaya başlamıştı. Bilgisayara muhasebe kayıtlarını işlediğim bir sırada gözlerimin önü yine karardı. O kocaman karanlık, solumda belirip, görme alanıma yerleşmişti. Gözümün birini kapattığımda karanlık kaybolmuyordu. Hangi gözümle bakarsam bakayım sol tarafım hep o kuytu ve karanlık çukurla işbirliği yapıyordu. Derken o şimşekler, ışıklı zigzaglar… Bir o tarafa bir bu tarafa kaçışan çizgiler… Dehşet içindeydim! Bu seferki beni o kadar etkilemişti ki kör olduğumu sandım. Acı ama gerçek, galiba ben kör oluyordum! Bunun başka nasıl bir izahı olabilirdeki? Zigzaglar, karınca misali ışıklar, o kör kuyu, derin karanlık, yine mide bulantısı… Ah! Başım.  Kafama ve şakaklarıma iğne batırıyorlar! Ne zaman bitecek bu ızdırap! Sadece uyumak istiyordum. Zifiri karanlığa teslim olmak son arzumdu.

Acı içinde debelenirken Müdürüm Şenay Hanım beni odasına çağırdı. Resmi daireye gidecek önemli bir evrakı imzalamayı unutmuştum. Kimseye çaktırmadan yavaş yavaş görebildiğim kadarıyla müdürün odasına gittim.

Müdür, aksi mi aksi bir kadın… Ekmek meselem bu kadının iki dudağı arasında… Bana hiç de kibar olmayan bir dille imzalamayı unuttuğum evrak için söylenip durdu ama nedense söylediklerinin hiç birini anlayamıyordum. Canımla uğraşırken söylenen sözlerin bir öneminin olmadığını anlamıştım.

Kadın;

– Daha ne bekliyorsunuz? dedi,

-Kağıdı Şenay Hanım…

-Kâğıt masanın üzerinde görmüyor musunuz?

Ne desem ki? Görüyorum desem suç görmüyorum desem suç… Durumumu açıklama gereği duydum. Bu kadının karşısında hasta olmak,  ahmak olmaktan daha iyidir diye düşündüm ve içinde bulunduğum hali soğukkanlı bir tavırla anlatmaya başladım.

-Şenay Hanım gözlerimin önüne bir karartı geldi. Başımda da bir ağrı… Midem de bulanıyor. İnanmayacaksınız ama şu an sizi bile net seçemiyorum. İmzalayacağım yeri gösterir misiniz?

-Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?

-Aman efendim rica ederim ne dalgası!

-Bak işte burası!

Eliyle gösterdiği yeri hayal meyal imzaladım.

Şenay Hanım evraka şöyle bir bakındı ve;

-İmza yeri kaymış. Yine de idare eder. Oturun bakalım sizinle biraz konuşalım!

Eyvah, kovuldum galiba diye düşünürken!…

Şenay Hanım;

-Bu aralar çok çalıştığınızın farkındayım. Belki bilgisayar gözlerinize zarar vermiş olabilir. Benim iyi bir göz doktorum var. Randevusuz çalışmaz. Şimdi onu ararım.  Sıradaki hastalarından fırsat bulabilirse sanırım size muayene edebilir.

Bu kadınla ilgili tüm değer yargılarım bir anda alaşağı oldu. Demek iyi yönleri de varmış. Kadın,  cep telefonundan aradığı göz doktorundan benim için bir randevu istedi.  Doktorun yanıtı olumlu olmuştu. Akşam saat altıda iş çıkışı göz doktorunun yanına gittim. Başım halen ağrıyorken beni muayene etti.

-Azıcık miyopsunuz!  Bunun için gözlük kullanmanız bile gerekmez! deyince;

Kısa süreli bir şaşkınlık geçirdim. Tekrar tekrar durumumu anlattım. Sabırla beni yeniden dinleyen göz doktoru, bir nörologa gitmem gerektiğini söyledi.

Bu duruma sevinmekle sevinmemek arasında kaldım. Çok şükür kör olmamı gerektirecek bir sorunum yoktu ama ya dahası varsa? Daha beteri mesela… O geceyi uyumadan sıkıntı içerisinde geçirdim. Işıklara dayanamadığımı, gürültüye katlanamadığımı artık iyiden iyiye hissedebiliyordum. İçimi bir korku kaplıyordu. Şizofrenler gibi bir şeyler görüyor ve bu gördüklerimi kimseye anlatamıyordum. Işık… Artık ondan nefret ediyordum. Otururken bile salonun ışığını açmıyordum. İş yerindeki bütün ışık kaynaklarını azalttım. Evdekiler, ışığa karşı geliştirdiğim bu tahammülsüzlüğüme bir anlam veremiyorlardı.

Göz doktorunun tavsiyesine uyarak bir nörologa gittim. Durumumu uzun uzun anlattım. Doktorun beni alaya alacağını, göz doktorunun dediği gibi sağlık sorununuzun yok demesini, hatta psikiyatriğe yönlendireceğini düşünürken beyin emarı çektirmem gerektiğini söyledi. Nörologun dediği işlemleri zaman geçirmeden yaptım. Çünkü oyalanacak gücüm kalmamıştı. Çektiğim sıkıntıyı beynimde o kadar büyüttüm ki bir an evvel durumumun neticelenmesini istiyordum. Çok sonra emarımın sonucu çıktı.  Kafatasımı gösteren emar çıktılarıyla tekrar nörologun kapısına geldiğimde doktor yüzüme bakıp;

Ailenizde hiç migren rahatsızlığı olan var mı? diye sordu.

Düşündüm. Tam ‘’yok’’diyecektim ki aklıma birden ananem geldi. Ayda bir migreni tutar alnına sardığı yemenisiyle üç gün karanlık odalarda yatardı. Yaşlanınca    ‘’beni altüst eden menopoz bir tek migrenime iyi geldi’’ derdi. Gerçekten de ananem yaşlanınca migren olup alnına yemeni sardığını hiç görmemiştim. Bir ara teyzem de migren atakları geçirmişti. Genç kızken çamaşır suyu ile ev temizleyen ananemin yüzünden migreni tutup da okula gidemediği günleri anlatışı gözümün önünde canlanıvermişti. Doktor yüzüme baktığında cevaplandırmam gereken soruyu geciktirdiğimin farkına varıp hemencecik;

-Evet var, dedim.

-Sizde de migren var ama auralı olandan! dedi.

Migreni duymuştum ama auralısı… Doğrusu bu kelimeyi ilk defa duyuyordum. Auralı migrenmişim. Sevindim. Çünkü geçirdiğim süreç boyunca kendime öyle hastalıklar kondurmuştum ki bu teşhis benim için kötünün iyisiydi.

Şimdi mi? İlaç tedavisinden sonra gayet iyiyim. Ama migrenimi düzeltmek için özel çaba da sarf etmedim desem yalan olmaz hani. Evdeki floransan ışıklarını klasik, sarı ampullerle değiştirdim. Bilgisayar ekranıma koruyucu koydum. Göz doktorumla tekrar konuşup ışığı kıran bir gözlük reçete ettirdim. Gürültüden de uzak duruyorum. Ayrıca uzun saatler bilgisayar ve televizyon ekranı karşısında zaman geçirerek kendimi öldürmüyorum. Flaş ışığına gelince; cevabı gayet basit, resim çektirmiyorum. Kolay kolay resim çektirmeyişimle dalga geçen arkadaşlar;

-Kızım hayalet misin sen, resim çektirmeye mi korkuyorsun?  diyorlar. 

Galiba öyleyim. Azıcık da olsa hayaletim. Hepimizin bir gün hayalet olacağını düşündükçe şimdiden hayalet olduğumu hayal etmek pek de tuhafıma gitmiyor doğrusu. Ne dersiniz? Sizce de öyle değil mi

Deniz Saygın

Leave a Comment

İlgili İçerikler