SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Feryatları duyulmayan, ahvalleri bilinmeyen mekân sahiplerinin asude yaşantılarına ortaklık edecek en yeni komşusu olacak genç; flu tüller gerisindeki sevdiklerinin siyah gözlüklerle perdeledikleri nemli gözlerini, ıstırapla dudak ısırışlarını, kehribar sarısı yüzleriyle metanetli duruşlarını başkasının gözüyle görmüşcesine sükûnetle gözlüyordu.
Küçük hıçkırıklarla bölünen fısıltılı konuşmaları, seslerindeki çekimser tonu, tıraşlanmış gönüllerin yüzlerine akseden hüznünü, hasta güvercin gibi titreyen yaşlı, hasta anacığının suskunluğunu ipeksi bulutların hafifliğinde akıp giden bir ırmağı seyreder gibi izledi. Kıdemli ağaçların çiçeklenmiş dallarındaki renkliliğe inat, karalara bürünmüş yakınlarının giysilerinin içinde midye gibi büzülmüş hallerini, devası olmayan üzüntülerini, gözlerindeki yoğun nemi ruhunda hissediyor, bir şey yapamamanın çaresizliğiyle serseri turlar atıyordu…
Ayrılık ateşini hafifleteceği yerde daha da alevlendiren sözlerin sevdikleri üzerinde bıraktığı tesir metanetlerini kırıyordu. Bağlamanın yanık tellerinden akseden arabesk nağmeler gibi gönül tellerini titretiyor, her gün topuklanan kaldırım taşları gibi aşındırıyordu yüreklerini. Uçuruma dikilmişti bakışlar; zamansız öğütülmüş gencecik hayatın vedasına inanamıyor, bozkır sıcağında boncuk gibi iri, soğuk terler döküyorlardı. Sisin ortasında yol alan katar gibi naşının etrafında dizilmişler, ayva rengine bürünmüş yüzlerine çöken hüzünle, lal olmuş dilleriyle, hayata yenilmişliğin tablosunu resmediyorlardı.
Bulutların üzerinden sıyrılıp aralarına karışmayı, ölmediğini, haykırıp sevdiklerini eskisi gibi sevince gark etmeyi istediğinde kımıldayamadığını, prangaya vurulmuş gibi sabitlendiğini hissetti. Met-cezire tutulmuş gibi titredi hiddetten, beyaz efsunlu bir boşlukta çaresizliğiyle baş başaydı. Nasıl sıyrılacaktı bu çapraşık işten. Çok övündüğü pratik zekâsı körelmiş, kafasında yanıp sönen cılız ışıksa derdine merhem olmayacak kadar güçsüzdü. Tuttuğunu koparan azmi, zoru seven karakteri, problem çözmede ki ustalığı törpülenmiş, ürkek, ağlamaklı çocukluk hallerine dönüvermişti.
Çıtayı yüksek tutmayı sever, tam not alamadığı zamanlarda bile hırsından ağlama nöbetleriyle kendinden geçerdi. Planlı, programlı çalışmaktan, kütüphanelerin asık yüzlü havasını solumaktan hoşlanırdı. Okullarını dereceyle bitirmiş, ta küçücükken hedeflediği mesleğini eline alıp yüksek lisansını tamamlayarak dolgun bir ücretle iyi bir yerde işe başlamıştı. Okul, askerlik derken yaşı evlilik çağını henüz geçmişti ki; gözlerinde sürgüne gitmeye razı olacağı, bahar dalı kadar taze, canlı, sevgi dolu bir dilbere gönlünü kaptırmıştı. Uzunca bir flört
döneminden sonra eğitimli iki el birleşmiş, mutlu beraberliğe adım atmışlardı. Duygularla sarmalanış arada bir iş seyahatleriyle bölünüyor, birbirlerine akan bu tatlı sıcaklık kısa molaların sonunda mutluluklarını daha da perçinliyordu. Yoğun iş tempoları nedeniyle ertelenmiş balaylarını geçirecekleri uzun gemi turuna sayılı günler kalmışken nerden çıkmıştı kendi rızası olmaksızın bu yurtdışı iş gezisine son anda dâhil oluvermek?
Munis öpücüklerle, tatlı bir şımarıklıkla uğurlamıştı hayal gözlüsünü henüz… Hani kısa soluklu olacaktı bu yorucu iş gezisi… Nefis bir gün batışında karşılayacaktı yolcusunu havalimanında balköpüğü saçlarını yele verip… Becerikli elleriyle hazırlayacaktı sevdiceğinin en sevdiği mezeleri, zeytinyağlıları kulaklarına neşeli kuşlar cıvıldarken… Alçak gönüllü papatyalar derleyecekti vazolarda mahcupça gülümseyen. Nereden bilecekti dönüş biletinin meçhule kesildiğini… Büyü bozulmuş ılık ılık olan yüreği onulmaz bir acıyla kavrulmuştu. Cıva gibi hareketli, hazırcevap genç kadının nutku mühürlenmiş, kendine hoyrat davranan talihine küserek, aşk bahçesinde açan ilk ve tek gülünün yasını tutuyordu…
Beyaz yelkenli büyücek bir gemi, nemli bir bezle tozu alınmış ayna saydamlığındaki deniz üzerinde ahenkli bir salınımla rıhtıma doğru kuğu zarafetiyle süzülüyor; beyaz giysili genç, yaşlı yolcularını ebediyete taşımaya hazırlanıyordu… Koca gemiden çıt çıkmıyor, yolcular bu derin sessizlikte, keyifsizce uğurlayanlarını süzüyorlardı… Veda yüreklerin kapısını çalmaya hazırlanırken, çeneler pancar motoru gibi bazen ağlamaklı, bazen dua ile sessizce titreşiyordu… Hazırlıksız yakalanılan o bilinmeyen yolculuğa çıkarken geride kalanların yaşamı; durgun sularda demirlemiş gemi içine hapsolmuş hayatlara benzeyecek, takvimler umarsızca ömürlerinden bir şeyler koparacaktı yalnızlıklarında…
Boğazdan geçen demir yığınının şafağı yırtan tiz sesi yankılandı sabah rüzgârının şiddetiyle kulağında genç adamın… Kükreyen dalgalar tonajı büyük gemiyi salladıkça aralık pencereden süzülüp gelen ses uyku sersemliğiyle dar alanda yankılandıkça yankılanıyordu… Hercai tebessümlerle şükretti sadece rüya gördüğüne… Zamansız yaptığı bu inanılmaz yaşanmışlığı unutturacak lepiska saçlı eşine sarıldı sevgiyle, hiç bırakmamacasına…
Fatma Türkdoğan