ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
Herkesin yaşamı bir romandır, ister hırgürsüz ister kıran kırana geçsin, bu gerçeği hiçbir şey değiştiremez.
Bir an gözlerinizi kapatın, geçmişinize doğru küçücük bir yolculuğa çıkın, ya acı bir olay iliklerinizi sızlatmaya başlatacaktır ya da bir sevincin coşkusuyla için için gülümseyeceksiniz. Farkında mısınız, kendi romanınızı yazmaya başladınız bile.
Benim de yaşadıklarım böyle bir şeydi.
Bu romanı, ilerleyen sayfaları okudukça bir sözcükte, cümlede, satırda, bir paragrafta kendinizden de bir şeyler bulacaksınız, bundan eminim. ‘Hadi oradan, sen de kim oluyorsun içimden geçenleri bilecek’ diyebilirsiniz, ama ‘en azından öngörüyorum ya’ desem…
Romana, ‘Fıstıki Yeşile Boyamak’ adını veriyorum. Bilirsiniz, yapılması gereken önemli bir konu varken, sizin deyişinizle ‘ıvır zıvır, boş şeylerle’ ilgilenenlere, uğraşanlara, yaşamını az biraz böyle biçimlendirenlere ‘her boyayı boyadın, bir fıstıki yeşil mi kaldı’ deriz. En azından ben böyle söylüyorum. Asıl işim yerine zoraki yaptığım şeyler, sözde boyadığım yaşantım fındık değildi ki, bir bir kırayım. Birer fıstıktı onlar, birer fıstık!
Aslında bir dakika değil, bir ay, bir yıl hiç değil, otuz yıldır düşünüyorum bu konuyu, Allah aşkına siz de çok değil birkaç saniye düşünün lütfen, onca yaşadığınız olayların ne kadarının ‘olmazsa olmaz’, ne kadarının bir rastlantı ya da akıntıya kürek sürüklenip giden şeyler olduğunu… Eh, öyleyse, işte böyle! Geriye dönüp yeniden kuramayacağıma göre, sizin için de sanırım doğrusu budur. Biliyorum yaşadıklarım kapkara, kıpkırmızı, mavi, lacivert, buğday sarısı, bembeyaz, türkuaz, tozpembe, narçiçeği, ebruli… yeşil oluverse ne yazar!
‘Bir yerden başlaman gerekir’ diye düşündüm. Fazla beklemedim de, ama öyle bir olayla karşılaştım ki, bir anda bütün renkler başıma doğru savruldu ve boynuma dolanı dolanıverdi sözüm ona.
Ne ile karşılaştığımı hiçbir zaman tahmin edemezsiniz. Tamı tamamına anlatabilmek için ta gerilere, o bahar sabahına gitmem gerek.
İlkokulu yeni bitirmiştim. O iş, bu tarla koşuşturup duruyordum. Bir sabah öküzleri erkenden sabana koşmuş, babamla bostanlık (sebze ekilen yer) sürüyorduk. Güneş iki üç boy yükseldiği sırada dayım çıka geldi. Yüzü bir tuhaftı. Babam, sabanı bana bıraktı. Dayımla birkaç adım uzağa çekildiler. Bir şeyler konuşmaya başladılar.
Dayım, fazla kalmadı, köye döndü.
İkindine doğru jandarma geldi. Üç kişiydiler, babamı karakola götüreceklermiş.
Babam, öküzleri çözmemi, eve götürmemi tembih etti. İki askerin arasına girdi, çekip gittiler. Anımsadıkça o anı, içim allak bullak olur.
Neler döndüğünü köye varınca öğrenebildim. Meğer ordu ihtilal yapmış ve DP Ocak Başkanı babam için gözaltı kararı çıkmış. Jandarma, babamla birkaç kişiyi on gün kadar karakolun yanındaki ilkokulun bodrumunda tutmuş. CHP’li biri gidip komutana yalvarmış, bir biçimde ikna etmiş olmalı, salıverilmiş…
Sonraları o günün 27 Mayıs olduğunu kazıttılar belleğime; bende, ailemde bıraktığı korku ve burukluk anca bu kadar mıydı, daha fazlasını anımsamıyorum.
Aradan yirmi yıl geçti. On İki Eylül darbesi yapıldı. Babamın 27 Mayıs’ta başına gelen şeyin bir benzerini de ben yaşadım. Babam, toplum tarafından hiç dışlanmamıştı, dahası saygınlığı artmıştı bile. İnsanlar, korku geçince zulme başkaldırmasalar bile, bir biçimde karşı gelmeye başlıyor. Hemen benzer bir parti kuruldu ve hükümete ortak oldu.
Bazen, DP devrilmeseydi, babamın elleriyle köye getirip kondurduğu kuran kursuna gönderileceğimi anımsarım. İşler biraz tersine döndü sözde. Olası birçok çocuğun yönü ortaokula doğru kaydı, 27 Mayıs’la birlikte. Bunda, beş yıl önce kapatılan köy enstitüsü çıkışlı öğretmen Ahmet Çolak’ın ağabeyimi ikna payını yadsıyamam.
Neyse, On İki Eylül’e gelelim: Babamın bana aldığı olumsuz tavrın korkuyla hiçbir ilintisi yoktu. Düpedüz Kenan Evren’e kafa tutmayı kendisine yapılan hakaretmiş gibi algılıyordu. ‘Varsın, öyle olsun’, diye düşündüm, ancak anılarımı Fıstıki Yeşile Boyamak başlığıyla yazmaya başladım.
Birkaç yıl geçti. Çağan Irmak denen biri, “Babam ve Oğlum” adlı bir film yapmış. Çocuklarımın isteği üzerine gittik. Film bitinceye kadar bir çocuklarıma, bir perdeye bakakaldım. İki yaşam benzeşirse, bu kadar mı örtüşürdü Allah’ım?
O akşamdan sonra Fıstıki Yeşile Boyamak’ı bir daha elime almadım ve bir köşeye attım. Griye mi, başka bir renge mi dönüşmüştü ya da kuruyup solmaya mı terk etmiştim, hâlâ bir fikrim yok, ama bugün, otuz yıldır olası beni bekleyip duran kâğıt tomarını raftan çıkardım, silkeledim, anıları kaldığım yerden yazmaya, bir bir diriltmeye karar verdim, onca ciddiyetiyle akıp giden yaşama karşın…
Şaban Şimşek