SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Susuşların birbirine eklendiği vakitlerin nihayetinde; sarmaşık güllerle kaplı misafir kabul salonuna açılan mermer verandadan yükselen gevrek kahkahalara kulak kabarttım. İki kupa…Pas…İki maça…Sanzatü…Briç oynayan grup, hasta evine ziyaretten ziyade kulüpte kadın kadına müsabaka yapar gibi fütursuzca şamata yapıyorlardı…Küçük halam Nuriye, binbaşı rütbesiyle Viyana’da askeri ataşelik yapmış Ruşen Fehim Paşa’nın zevceleriydi. Lütfiye Halamın aksine, üzerine dar elbise gibi oturmuş züppeliği Avrupa görmüşlüğüne eklenince iyice sırıtmış, gamzeli gülüşlerini gölgelemişti. Peşi sıra İstanbul’dan getirdiği kendisinden hayli ufak hanımlardan birisi Paris askeri ataşesi Melik Naim Paşa’nın kerimeleri, diğeri de Konya Valisi Yaver Nevzat Paşa’nın geliniydi. Matmazel Valborga’yı köşke geldiklerinde tanımıştım, sanırım bu birbirinden ayrılmayan dörtlüye yeni dâhil olmuştu. Uysallıkla gülümseyerek hizmet eden yardımcılar misafirlere; nefis şerbetler, içimi buruk gül rengi şaraplar, renkli billur hoşaflıklarda iyice soğutulmuş hoşaflar, endam aynası gibi parlatılmış gümüş tabaklara itina ile yerleştirilmiş nadide meyveler, börekler, kurabiyeler, sıcak ve soğuk yemekler ikram ediyorlardı.
Zavallı anneciğimin baş ağrısı, kırıklığı, birdenbire nükseden ateşiyle bedbinliği devam ediyordu. Arada bir titriyor; solan rengi, moraran tırnakları, hızlı atan nabzı narin bedenini uykusuzluğa ve huysuzluğa itiyordu. Hastalığı, sevgili babacığıma duyduğu hasreti, evlatçığına annelik yapamamanın ıstırabıyla kucaklaşıp at başı gitmesi, masum ve utangaç bakışlarını bir noktaya sabitleştiriyordu. Sorulan sorulara cevap vermiyor, bir dua veya murakabe vaziyetinde sessizce istirahat ediyordu.
Günlerce ağız, dil vermeden yatan paşa dedeciğim gösterilen ihtimama göz ucuna yerleştirdiği minnettar nazarlarla karşılık veriyor, yazgısını kabullenmiş bir baş eğişle her söyleneni gücü nispetinde yapmaya gayret sarf ediyordu. Nüzul inen uzuvlarına sabah akşam yapılan temrinler hiç bir netice vermiyordu. Son günlerde soluk alış verişleri sıklaşmaya, rengi kireç beyazına dönmeye başlamıştı. Sık sık uykuya dalıyor, yarı ölüm halinde soluksuz bir vaziyette yatağının içinde boylu boyunca uzanıyordu. Uykuyla uyanıklık arasındaki vakitlerde yemek yemeyi reddediyor, büyük bir öğürtüyle midesinde kalan bir avuç safrayı çıkartmaya çalışıyordu. Dadım Rabia, Yusufi amcayla münasip bir lisanla konuştuğunu, babacığımın geçici bir vazife üstlendiği ordu müfettişliğinin en kısa zamanda biteceğini akabinde İstanbul’a avdet edeceği vakte kadar geceleri de köşkte kalmasını rica ettiğini anneciğime anlatırken duymuştum. Anneciğim ne söylendiğini anladı mıydı acaba? Gerçi hafifçe baş eğmişti ama…
Misafirler iki gün konakladıkları evimizden; Adanın Türk muhiti, Nizam ve Dil mevkilerinde yapacağı yürüyüş ve alacakları deniz banyosunun bitiminde İstanbul’a dönmek üzere hazırlanmışlar, veda ettikten sonra Nazmi Efendi’nin nezaretinde gezintiye gitmişlerdi. Koca köşk alışkın olduğu sessizliğe gömülmüştü…Baharın güvenilmez rüzgârında sağa sola sallanan, çırpınan, bel ve gerdan kıran ağaçlarla, fidelerle çevreli bahçe içindeki gölgeler arasına saklanmış kameriyede oturdum uzun bir müddet. Fıskiyelerden mermer çanaklara dökülen, oradan da hareli kavisler halinde havuza düşen pırıltılı su damlacıklarının efsunlu raksı bile teskin edememişti, tıpkı gözlerimin rengine benzeyen ruh halimi. Kâh kederli ve bulanıktı, kâh berrak durgun bazen de havai fişek kadar şenlikliydi…Onbeş yaşımın delifişek baharını sürdüğüm şu günlerde, miskin bir küçüklük duygusuna kapılmıştım. Bahçede albenili bir vaziyette açıp öpülmeyi, okşanmayı bekleyen benefşeler, kokulu sadberkler, hüsnüyusuflar, rengârenk mineler, manolyalar dikkati nazarımı celp etmiyordu. Kendimi hapsedilmiş duygusundan bir türlü kurtaramadığım okulumdan bir an evvel uzaklaşıp geçicide olsa özgürlüğüme kavuşmayı beklerken, yeni bir esaretin pençesine düşüp ruhumu tırmalayan kaygılarla örselenmiş hicranımı dindiremiyordum. Keşke Reşide burada olsaydı onunla okullarımızdan, hayallerimizden, heyecanlarımızdan bahseder, için için kaynayan sevincimize eşlik eden gamsız gülüşlerimizle ne güzel vakit geçirirdik. Ya Lütfiye Halamın zekâ pırıltılarıyla nakışladığı, güya çevresindeki genç kızların davranışlarını tenkit ederek öğüt verici nasihatleri anlattığı vakitler. Reşide ile gizli bir anlaşma yapmış gibi başımızı öne eğer çaktırmadan gülerdik. Yalnız kaldığımızda sesime yüklediğim ahenkle halacığımı taklit eder kahkahalara gark olurduk. Ya Reşat Nuri Ağabeyimin bize her gelişinde yeni kaleme aldığı yazılarını Reşide ile bana okurken; sanki baş kadın kahramanı benmişçesine hülyalara dalıp bahtiyar olduğum zamanlar… Düz koyu kumral alnına düşmüş saçlarına hiç dokunmaz, balköpüğü kahverengi pırıltıların uçuştuğu çipil gözlerini kırpıştırarak büyük bir adam edasıyla gözlerimin içine bakıp tepkimi ölçerek okurdu. Gerçi geçen sene sanki kaçgöç varmışçasına bizimle fazla alakadar olmamış, kız kıza daha fazla zaman geçirmemize vesile olmuştu…
Ev çalışanlarının hafta sonu hasta ziyaretine gelecek misafirleri en iyi şekilde ağırlamak üzere hazırlıklara hız verdikleri; mehtapla oynaşan Marmara sularının bir senfoninin tanrısal ritmiyle köpüklenip dinginleştiği bir gece paşa dedeciğimin ıstırabı son buldu. Azrail’le el ele tutuşup babacığıma, Lütfiye Halama hasret gözleri yarı aralı sessiz sedasız ruhunu teslim edip bizleri onulmaz üzüntüler içinde öksüz, himayesiz bırakıp gitti… Nefessiz kalan doksan üç yıllık bir ömür değil, hayatını askerliğe adamış, çoğu karargâh ve cephelerde, Devlet idaresinde geçmiş bir dönemin sonuydu…
Paşa dedeciğimi kaybettikten sonraki yıllarda artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı… Emperyalist ülkeler tarafından işgal edilen yurdumuz; Mustafa Kemal Paşa önderliğinde örgütlenen bitap ve naçar kalmış, onurlu ama yoksul halkının desteğiyle yapılan Kurtuluş savaşından galip olarak çıktı. 29 Ekim 1923 yılında, Kurtuluş Savaşı sıralarında düşten öte en büyük emeli olan Cumhuriyeti ilan etti… Babacığım ve daha sonraları sevgili zevcem İstanbul mebusu olarak etkin rol oynadılar, yeni kurulan cumhuriyetimizde. Reşat Nuri Ağabeyim eğitimciliğinin yanı sıra büyük bir yazar oldu eserlerini büyük bir hazla okuduğum. Sevgili Reşide henüz on yedi yaşını doldurmadan ayrıldı aramızdan ne yazık ki. Ben ise aydın, eğitimli, kültürlü bir Cumhuriyet kadını olarak edebiyat, tarih ve müzik dersleri vererek fikri hür, irfanı hür nesiller yetiştiren okullarımızda öğretmenlik yaparak onları okumaya, araştırmaya, yazmaya sevk ettim. Yazdıklarımı ailem, öğrencilerim çok beğenirlerdi ama bir aileye bir yazar yeter diye kitap haline getirmeyi hiç düşünmedim…
Bizim nesil; yıkılan bir imparatorluğun küllerinden zekâsı ve askeridehasıyla Türk insanının karakterine en uygun yönetim şekli olan cumhuriyeti kurup iç ve dış tehditlere açık canım ülkemi koruma, kollama görevini şanlı Türk ordusuna, geliştirmeve yüceltme görevini Türk gençliğine emanet eden Mustafa Kemal Atatürk’ü bağrımıza bastık. Sevdik, saydık, minnet duyduk. Devrimlerini benimseyip, harfiyen uyguladık. Umarım bizden sonraki nesillerde aynı hassasiyetle Ata’mızı, ata’sı belleyip:
‘’Ya Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı bizler şimdi hangi ülkenin boyunduruğu altında, hangi dil ve dinin etkisinde olurduk?’’ Sorusunu sorarlar kendilerine…
Fatma Türkdoğan