KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
O yıl ilkokulu bitirmiş ortaokula geçmiştik. Okulumuz iki binadan oluşuyordu. İlkokul binamız beş katlı, ortaokul binamız yüksek girişli tek katlıydı. Artık çok kat çıkıp inmek zorunda kalmıyorduk. Ayrıca ilkokulda tek öğretmenimiz vardı ama ortaokulda her dersin bir öğretmeni vardı. Tabi artık mavi önlük giymeyip beyaz yaka da takmıyorduk. Ortaokul demek gri pantolon, lacivert ceket demekti. Kravat da hangisi denk gelirse onu takardık.
Altıncı sınıf benim için çok güzel geçiyordu. Öğretmenlerimi seviyor, her fırsatta onlarla konuşmaya gayret ediyordum. Türkçe öğretmenimiz Sevgi Hoca, ayrıca sınıf rehber öğretmenimizdi.
23 Nisan bayramına bir hafta kala Sevgi Hoca’mız sınıfa girip elinde üç tane 23 Nisan şiiri olduğunu ve bunları o gün okuması için üç kişiye vereceğini söyledi. Sınıfa göz gezdirdikten sonra “Sen, sen ve sen!” dedi. Bu üç senin ikincisi bendim. Evet, yanlış duymamıştım. Sevgi Hoca bana 23 Nisan günü okunması için hem de bütün okulun ve hatta bütün köyün önünde okunması için bana şiir vermişti. Kısa bir bocalamadan sonra yerimden kalkıp öğretmenimin uzattığı şiiri heyecan ile alıp yerime oturdum. Kalbim altın kafesine sığmıyordu. Öğretmenimiz şiirleri bir an önce ezberlememiz gerektiğini söyledikten sonra derse başladı. Ben artık kendimi öğretmenimin anlattıklarına veremiyordum. Bir an önce şiiri ezberlemek istiyordum. Şiiri bir iki defa hızlı okuduktan sonra sanki kâğıttaki yazılar kaybolmuş, yerine tören günü gelmişti. Bütün sınıflar ip gibi dizilmişlerdi. Köylüler de onlar için hazırlanmış sıralara karışık oturmuşlardı. O an herkesin benim için buraya geldiğini düşünüp şiirimi okumaya başladım. Herkes nefesini tutmuş beni dinliyordu. Ben ise coştukça coşuyordum. Şiiri bitirdiğimde ise alkışlar çevredeki kuşları ürkütüyordu. Kendime geldiğimde paydos zilinin çaldığını ve arkadaşlarımın çantalarını hazırlandıklarını gördüm. Hemen şiirimi kırışmasın diye Türkçe kitabımın arasına koyup ben de çantamı topladım. Eve gidinceye kadar haberi anne, baba ve kardeşlerime nasıl vereceğimi düşündüm.
Eve girdiğimde bendeki değişimi herkes fark etmişti. Sonunda şiir okuyacağım için evdeki herkes çok heyecanlanmıştı. Artık her gün şiiri gece gündüz ezberlemeye çalışıyordum. Sonunda şiiri, sular seller gibi ezberlemiştim ve nihayet yarın 23 Nisan’dı.
Sabah erkenden kalkıp ezberim yerinde mi diye hafızamı yokladım. Her şey yolundaydı. Tören saat dokuzda başlayacaktı ama öğretmenimiz şiir okuyacak olanların başlama saatinden yarım saat önce okulda olmaları gerektiğini söylemişti. Saat yedi olduğunda artık evde duracak sabrım kalmamıştı. Evdekilerin -mutlaka- geleceğinden emin olduktan sonra iki dirhem bir çekirdek olup okul yolunu tuttum ama sanki yol uzadıkça uzuyordu. Adımlarımı hızlandırıp okul kapısına vardım ama okul bekçisi dahi daha okula gelen olmamıştı. Hemen okul duvarını aşıp şiirlerin okunacağı merdiven sahanlığına çıktım. Yüreğim yuvadan ilk defa uçan kırlangıç yavrularının yüreği gibi heyecanla ve korku ile atıyordu. Birkaç defa deneme yapsam heyecanım yatışır diye düşünüp şiiri yüksek sesle okudum fakat heyecanım gittikçe artıyordu. Acaba ne yapmalıydım? “Bakkala gidip bir su alsam iyi olur” diye düşündüm. Sanki törene geç kalacakmışım gibi hızlıca okul duvarını aşıp bakkal Kambur Emmi’nin bakkalına gittim. Kambur Emmi bakkalını erken açardı ama daha açmamıştı. Bakkal dükkânının önünde bakkal Kambur Emmi’yi bekledim. Saat sekize doğru Kambur Emmi geldi. Beni görünce:
-Hayırdır yeğenim sabah sabah, dedi. Heyecanla bugün törende şiir okuyacağımı, çok heyecanlı olduğumu söyledikten sonra küçük bir su aldım. Suyun yarısını içtiğimde heyecanımın yatıştığını hissettim. Tekrar okul duvarını aşıp merdiven sahanlığına çıktım tekrar şiirimi yüksek sesle okumaya başladım. Bir süre sonra tekrar kâğıttaki yazıların kaybolduğunu, yazıların yerine durduğum yerin karşısında ip ip olmuş sınıflar, onların sağında rahat koltuklara oturmuş müdürümüz, köy muhtarımız ayrıca tanımadığım birçok önemli insan ve her tarafta çoluk çocuk vardı. Herkes bana bakıyordu, ben ise şiirimi coşku ile okuyordum. Şiirim bittiğinde başta sınıf arkadaşlarım ve annem-babam olmak üzere herkes bana alkışlıyordu. Ben ise utancımdan kıpkırmızı olmuştum.
Kendime geldiğimde okul kapısının gürültü ile açılıyor olduğunu gördüm. Demek ki tören saati yaklaşmıştı. Bir çıkıntıya oturup şiirimi tekrar gözden geçirip heyecanımı kontrol altına almak istedim. Sonra gelen birkaç arkadaşla konuştum, sonra çeşmeye gidip elimi ve -heyecandan kıpkırmızı olan- yüzümü yıkadım derken bana bu güzel heyecanı yaşatan Sevgi Hoca’mın okulun kapısından girdiğini gördüm. Çok şık giyinmişti. Hemen yanına varıp sevgi ile:
-Günaydın öğretmenim, dedim.
-Günaydın Zeki, nasılsın? dedi.
-Heyecanlıyım öğretmenim, dedim.
-Heyecanını yüzünden okuyabiliyorum, dedikten sonra tören hazırlıkları için okula girdi.
Sonunda tören saati gelip çatmıştı. Sunucu öğretmenimiz tören programını okuyunca heyecanımın üst sınırlarındaydım. Hele İstiklal Marşı’nı okurken sesimi gereğinde fazla yükselttiğimden birkaç başın bana döndüğünü fark edip sesimi alçalttım. İstiklal Marşı’ndan sonra şiir okuyacak olan iki arkadaşımla birlikte öğretmenimizin yanına gittik. Öğretmenimizin okul müdürümüz ile bir şeyler konuşuyordu. Müdür Bey, sık sık saate bakıp öğretmenimize bir şeyler söylüyordu. Sonra öğretmenimiz üzgün bir yüz ifadesi ile yanımıza geldi. Tabi öğretmenimizin yüz ifadesinde hayallerimi suya düşürecek, heyecanımı söndürecek bir anlam bulmam zordu. Öğretmenimiz biraz duraladıktan sonra:
-Çocuklar, Müdür Bey’in dediğine göre köy muhtarının işi varmış, programı sonuna kadar izleyemeyecekmiş. Müdür Bey de programı biraz kısaltmamız gerektiğini söyledi. Yani şiirlerden birisini programdan çıkarmamı istedi. Dedikten sonra çıkarılacak şiirin benim şiir olduğunu hissetmiştim. Çünkü arkadaşlarımın şiirleri benim şiirime göre daha kısaydı. Sonra öğretmenimiz üçümüze de göz attıktan sonra:
-Çocuklar beni yanlış anlamayın, ben üçünüzün de şiirinizi okumanızı istiyorum ama maalesef elimden bir şey gelmiyor. Onun için şiiri en uzun olanınızı programdan çıkarmak zorundayım, dedi. Bu durumda sen şiirini okuyamayacaksın Zeki, dedi.
O anda yuvadan ilk defa uçan yavru kırlangıçlar geldi gözümün önüne.
Sarı gagalı yavru kırlangıçlar, uçmaya hazır oldukları halde kendilerini boşluğa bırakmaktan korkarlar.
Bazen günlerce yuvanın kenarında beklerler. Bazen anne ve babalarını günlerce başlarında bekletirler.
Yavru kırlangıçlar, kanatlarının onları taşıyamayacağını düşünüp kendilerini rüzgâr ananın şevkatli kollarına emanet etmekten korkarlar.
Sonunda kırlangıç yavrusu kendini rüzgâr ananın şevkatli kollarına bırakır.
Artık mavi gökyüzü ile dost olacaktır.
Ben yuvadan boşluğa atlamayı göze alıp atlamıştım. İşte o şiir de benim kanatlarım olacaktı. O şiir, heyecan ve korkumu kıracak, beni engin gökyüzünde istediğim yere götürecekti.
O anda bir hıçkırık gelip boğazımı düğümledi. Öğretmenimiz beni ne kadar teselli etmeye çalıştıysa da faydası yoktu. Bundan sonra sınıf arkadaşlarımın yanında sıraya girdim. Tören bitinceye kadar bir put gibi yerimde bekledim.
Şiir okuyacak olan arkadaşlarım, isimlerinin anons edilmesini beklediler. Program bittiğinde okul bahçesi birden boşaldı. Ben ise bir kuytu bulup oturdum. Okul bahçesi yine sabah geldiğim gibi bomboştu. Ama ben sabah geldiğim gibi değildim. Ayağa kalktım, sanki ayaklarıma hükmüm geçmiyordu. Ayaklarımı sürüye sürüye yürümeye başladım. Sabah hayallerim ile arama giren okul duvarını bir çırpıda aşmıştım ama şimdi bu duvar bana çok yüksek geliyordu. Etrafta yüksekçe bir teneke bulup onun yardımı ile duvarı aşıp Kambur Emmi’nin bakkalının önünden geçtim. Bakkal dükkânının önünden geçip köy meydanına vardığımda vakit ikindiye yaklaşıyordu.
Köy meydanı büyükçe bir meydandır. Kasabadan gelen geniş yol önce buraya uğrar sonra birkaç yerden köy içine dağılırdı. Meydanda birkaç bakkal dükkânı, bir manav, köy kahvesi, beyaz önlüklüğü ile Berber Sabri’nin berber dükkânı ve muhtarlık var.
Köy meydanından geçerken birden çok acıktığımı hissettim. Sabahtan beri hiçbir şey yememiştim. Zaten neden buraya geldiğimi de bilmiyordum. Eve gitmeli karnımı doyurmalıyım diye düşündüm. Eve yönelmişken muhtarlığın içine göz attım. Beni -ve belki de birkaç kişiyi- tören programından çıkarttıran meşgul muhtarımızın ne iş yaptığını merak ediyordum. Muhtar, masanın başına oturmuş, birkaç arkadaşı ile sohbet ediyordu. Biraz sonra muhtarlıktan çıkıp kahveye gittiler. Karnım açlıktan zil çalıyordu. Eve gidip karnımı doyurmalıydım. Bir anda okusaydım şiirimin ne kadar süreceğini merak ettim. Kol saatime baktıktan sonra şiirimi okumaya başladım. Şiirim 38 saniye sürüyordu. Köy muhtarımız çok meşgul olduğundan bana –ve belki benim gibilere- ayıracak 38 saniyesi yoktu ama arkadaşlarına ve kahveye ayıracak çok saatleri varmış diye düşündüm. Fakat ben köy muhtarımızın 38 saniyesini almaya niyetliydim. Muhtarlık boştu, muhtar da arkadaşları ile oyuna dalmıştı. Hemen muhtarlığa girip şiirim masanın üstüne bıraktım.
Kırlangıç yavrusu, -gökyüzü engellerle dolu olsa da- bir yolunu bulup uçacaktı. Çünkü başka çaresi yoktu. Kanatlarını kullanmalıydı. Kanatları onu özgürlüğe, engin mavi gökyüzüne taşıyacaktı.
Zeki Aciş