KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
-Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği ve yakınlığı olana vermeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklar. İyice anlayıp tutasınız diye size öğüt verir. (Nahl-90)
İmam minberden inerken, müezzinin yanık sesi camiyi inletmeye başladı. Sesin yüreklere uzanan etkisini hissederken, ayette geçen kavramları düşündü. Tarihi camiyi hınca hınç dolduran cemaatle kıyama yönelirken, sessizce tekrar ediyordu.
Ayeti, imam her hafta hutbeden inmeden okurdu ama anlamı ile bu gün buluşuyordu. Dua ederken, ayeti yerine getirebilme ikramını istedi yaratıcıdan. Gönlü başka şey istemeyince dili söylemedi zaten.
Ayakkabısını alıp cemaatle yavaş yavaş camiden çıkarken kapının iki tarafına sıralanıp yardım dilenenler dikkatini çekti.
-Allah rızası için yardım edin!
Elini cebine atıp bir miktar para çıkardı, kucağında çocuğu olan kadına uzattı. Şadırvana geçerken tanıdık bir yüz bulma ümidi ile etrafa baktı, yüzünü yıkayıp buz gibi sudan içti. Gözleri kapıda dilenenlere kaydı, diğer kapıda da aynı manzarayı görünce kendi kendine mırıldandı.
-Acaba, bunların kaçı gerçek ihtiyaç sahibi?
Kucağında çocuğu olan kadından, yaşlı amcaya, küçük çocuklara kadar, her birinin duruşunda farklı bir dram hissetti.
-Ne çok dilenci var değil mi? Bitmiyor bir türlü.
Sesin sahibine döndü, iyi giyimiyle dikkat çeken tanımadığı biri, kendisine bakıyordu.
-Bitsin diye uğraşırken, yenilerini doğuruyorlar. Hepsini süreceksin.
-Hiç kimse durduk yerde insanlara avuç açmaz. Kim bilir, ne hikâyeleri var. Bakın hallerine, hepsinde ayrı bir acı var.
-Saf olmayın! O kadar da masum değiller. Senden benden sağlam hepsi, gidip çalışsınlar.
-Sağlamlığı nerede aradığınız önemli. Toplum olarak sağlam olmalıyız. Bireysellik, o denli sardı ki benliğimizi, başkasına el uzatmayı bırak, varlığına tahammül edemiyoruz. Sonuç bu işte!
-Bunların çok parası var. Bankada hesabı olan bile var içlerinde.
-Hepsini aynı kategoriye koymamak lazım! Suistimal edeni Allah en iyi bilendir. Biz kendi gücümüzden sorumluyuz.
-Siz öyle düşünmeye devam edin!
İnsanların arasından süzülerek uzaklaşan adamın arkasından bakakaldı.
-Allah Allah! Neydi bu şimdi?
Soğuk sudan biraz daha içti. İnsanların arasından pazar yerine doğru adımlarken, ayeti hatırlıyor, anlamındaki derinliğe varmaya çalışıyordu. Yürürken insanların farklılığını hissetti. Köylüsünden şehirlisine, yaşlısından gencine kadar, her çeşit insan, hayata tutunmaya çalışıyordu. Yolun iki tarafına sıralanmış satıcılar, insanları tezgâhlarına davet ediyor, elindeki malları bir an önce satıp, bunaltıcı sıcaktan kurtulmak istiyorlardı. Namaz sonrası olduğu için, pazar yeri kalabalıktı. Sebze meyve tezgâhlarının olduğu bölüme doğru ilerlerken, kenarda ayakta durmaya takati olmayan yaşlı bir adam, bastonunu düşürünce, hızla elini uzatıp tuttu.
-Düşeceksin dede, dikkat et!
Yaşlı adam minnetle bakarken, bastonu alıp eline verdi.
-İyi misin, bir şeyin yok ya?
Bastona tutunan yaşlı adam, poşeti tuttuğu eli ile başını işaret etti.
-Başın mı döndü? Şöyle duvar dibine, gölgeye otur istersen!
Dediğini duymamış gibi başını sallayıp elindeki poşeti açmaya başlayınca müdahale etti.
-Dur, yardım edeyim sana! Ne var poşette?
Poşeti açıp içine baktı. Birkaç kâğıt mendil ve birkaç yara bandını görünce donup kaldı. Göz göze gelince ne diyeceğini bilemedi. Şaşkınlığı devam ederken, yaşlı adam içindekileri alıp poşeti yere attı, bastonu ile düzeltti. Elindekileri poşetin üzerine bırakıp yine bastonu ile poşetin üzerine yaydı. Olanları izlerken halden hale giriyordu. Yaşlı adamın her hafta namazdan sonra gelip bu küçük tezgâhı açtığını anladı. Dahası, bu haline rağmen birkaç parça satarak geçinmeye çalıştığını fark edince, hayretler içinde kaldı. Belki de sattıklarından kazandığı üç beş kuruş ile ihtiyaçlarını görüp evin yolunu tutacaktı.
-Dede, sen bunları satacak mısın?
Sorusu bitmeden öksürüğe tutulunca sakinleşmesini bekledi, yaşlı adamın başını zorla indirip kaldırması cevap olarak yetti.
-Hastasın zaten! Bu halinle nasıl dayanacaksın? Hava çok sıcak!
-Satmam lazım.
Pazar ortamında zor duyabildiği sese üzüntüyle bakakaldı. Ayakta durmakta zorlanan bedenin, bir kenara oturup elini açsa daha çok kazanacağı kesindi. Yaşlı ve hasta olmasına rağmen dilenmeyip emek vererek çalışmasının, her türlü saygıyı hak ettiğini düşündü. Birden, hiç değilse şu an onu rahatlatabileceği aklına geldi.
-Dede, ben bunların hepsini alıyorum.
Cebinden, değerinden daha fazla parayı çıkarıp uzatırken, hepsini poşete dolduruverdi. Yaşlı adam şaşkın, elindeki paraya bakıyordu.
-Hepsini mi aldın?
-Evet, hepsini aldım. Sen şu gölgede otur, sebze meyveni de alayım. Sonra evine bırakırım seni.
-Allah razı olsun!
İlerideki bakkaldan su alıp geldi, uzattı.
-Sen otur! Suyunu iç, dinlen. Birazdan gelirim.
Hızla kalabalığa karıştı. Pazar yerine girerken eşine telefon açıp gecikeceğini söyledi. Vakit kaybetmeden yeterince sebze, meyve ve bakliyat aldı. Aç olacağını düşünüp, biraz da yiyecek alınca, eksik tamamlanmıştı. Ellerinde poşetlerle dönerken, bıraktığı yerde oturduğunu görünce içten içe sevindi.
-Hadi dede, gidelim!
Yaşlı adamın bastonuna tutunarak kalkarken yaptığı dualara, içinden ‘’âmin’’ diyordu.
-Acele etme! Araba arka sokakta, uzak değil.
-Sağ ol, babana rahmet.
Kalabalıktan yavaş adımlarla sıyrılıp sokağa girdiklerinde, sıcağın etkisi daha fazla hissediliyordu. Arabaya hızlı adımlarla ulaşıp aldıklarını yerleştirdi. Kapıyı açtı, binmesine yardım etti.
-Sana çok zahmet verdim.
-Olur mu dede? Ne zahmeti?
Direksiyona geçti, arabayı çalıştırdı, hareket edince sordu.
-Ne tarafta evin?
-Çıkışta. Ev değil, kulübe bizimki.
-Hepimizinki kulübe. Kimisi büyük, kimisi küçük. Kimsen yok mu, yalnız mısın?
-Kırk yıldır. Teyzen öleli yalnızım.
-Çoluk çocuk falan yok mu?
Yaşlı adamın, derinlerden bir ah çekerken, gözlerinde biriken yaşı göstermemek için bakışlarını dışarı çevirdiğini fark etti. Bir süre konuşmadılar ama zorlu yıllar geçirdiği belli idi. Üzmemeye çalışarak sordu:
-Hayırsız mı çıktılar?
-Allah ne verirse, hayırlısını versin. Gerisi boş. Mal da boş, mülk de… Boş ver!
Sözlerinden neler yaşadığı anlaşılıyordu. Yüzünde ve ellerindeki derin çizgiler, yıllarca biriken yaraları anlatıyordu adeta. Yıllar önce kaybettiği anne ve babası aklına geldi. İçten içe dolan gözlerini eliyle sildi.
-Seni de yorduk! Allah çocuklarına bağışlasın! İleriden sağa!
-Âmin! Yorulacak bir şey yok, sen rahat ol!
İlçenin sonuna gelmişlerdi. Yer yer virane olmuş evlerin arasından ilerleyip, küçük bir bahçenin önüne yaklaştı.
-İşte burası!
Arabadan indi. Yaşlı adamı indirdikten sonra poşetleri alıp arkasından yürüdü. Tahta kapıdan bahçeye girerken, yaşadığı yerin gerçek bir kulübe olduğunu gördü. Etrafa göz gezdirirken içi acıdı. Yaşlı adam kapıyı iteledi, peşinden girdi. Tek göz odada ilk fark ettiği, zeminde eski bir halı, kenarda sünger yatak, küçük tüp, bir tencere ve birkaç tabak, duvarda çivilere asılı giyecekler ve pencere tarafına serili bir seccade idi. Poşetleri kenara koyarken zorla konuşabildi.
-Sen burada ne zamandır yaşıyorsun dede?
-Yıllardır.
-Yıllar mı? Ne yer, ne içersin peki?
-Mevla rızkımızı gönderiyor. Bir kuru ekmek değil mi hepsi?
Şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra aldığı yiyecekleri çıkardı, sofra hazırladı. Karınlarını doyururlarken, aklına gelen soruları bir bir sordu. Aldığı cevaplarda hep şükür duyuyordu. Yemekten sonra eline süpürgeyi aldı, baştan sona temizleyip içeriye çekidüzen verdi. Bahçeye çıkıp süpürdü, etraftaki dağınıklıkları toparladı. Yaşlı adamın duaları eşliğinde aldıklarından bir de yemek yaptı. Bir ihtiyacı olup olmadığını sorduğunda, hüngür hüngür ağlayan yorgun bedenin sarılması ile kendini tutamadı, o da ağladı.
Dönüş yolunda Cuma namazındaki ayeti tekrar hatırlarken, eline telefonu alıp, yaşlı adamın hiç değilse hayatının bundan sonraki kısmını, huzurlu geçirmesi için girişimlere başlamıştı bile.
Cemil Köksal