SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Benim sevgili yıldızım Mizar! En yakın çocukluk arkadaşım. Beni gördüğünde daima coşkuyla göz kırpar, onun ışıltısı içimde büyük bir mutluluk yaratırdı, ben de ona göz kırparak karşılık verirdim.
Pencereden başımı çıkarıp akşamları uzun uzun gökyüzüne bakıyordum, o zamanlar
şehir bu kadar ışıklı değildi ve yıldızlar daha parlaktı.
Parayla alınamayan şeylerden sayılabilirdi iyi dostlar ve gökyüzünden çocuklara
göz kırpan yıldızlar, bir de söğüt ağaçları. Bakmayın ince, narin, rüzgârla
savrulup duran dallarına, çok güçlü kökleri vardır, büyük bir nine olsanız bile
sizi yalnız bırakmazlar ve köklerinin gücü anılara kadar uzanır diyenler
vardır.
Seninle de tek ortak arkadaşımız bizim pencerenin hemen dibinde, dalları
mütevazı bir şekilde göğe uzanan Söğüt hanımdı. Ben seni en çok dertli söğüdün
dalından havalanırken görüyordum. Kanatlarında taşıdığın rüzgâr kim bilir başka
hangi ormanların sisini taşıyordu. Umursamaz halinle havalanırken hep uzaklara
bakıyordun, keskin ve kararlı sonra uçup gidiyordun. Aklımda gidişin kalıyordu.
Günler geceler geçiyor, söğüdün dallarına “gelmez bir daha, gelmez bir daha ” diye öten gamlı
baykuşlar tünüyordu, başka güvercinler, serçeler misafir olup sonra pır diye
uçup gidiyordu. Kargalar akşam vakitleri bilakis, gökyüzü yangın yerinden
gece siyahına dönerken sürü ile gelip söğüdün dallarında sabahlıyordu. Aslında
sen karga cinsi bir kuştun sadece bütün tüylerin, kirpiklerin beyazdı hatta
ayakların bile beyazdı. Bizim mahallenin fırınında bir Pudra Çocuk vardı. Sen
de ona benziyordun. İsmi neydi bilmiyorum. Usulca çalışırdı, kaşları,
kirpikleri bembeyazdı. Bembeyaz önlük giyerdi, Depodan un çuvallarını içeri
taşıdıktan sonra yüzü, gözü, kolları un olurdu. Bazen kapı önüne çıkardı ama pembe
ince bir çizgiyle çevrelenen gözlerini güneşte açamaz, Dünya’ya kısık gözlerle
bakardı. Belki de sırf bunun için insan içine pek karışmazdı. Doğuştan gelen bu
genetik hastalık seni de diğer kargalardan farklı kılıyordu. Gökyüzünde süzülen
gümüş rengi bir kuştun, sesin de bir karga sesi gibi değildi. Islık çalar gibi
nameli bir ötüşün vardı.
Günler, geceler mevsimler geçiyor, yaz günü yemyeşil olan karşı bahçede ki
büyük hurma ağacı kış gelip de yaprakları döküldüğünde büyük bir yalnızlık
ağacına dönüyordu. Babasız büyüyen çocuklar gibi, yapraksız ve tüm
rüzgârlara korunmasız bir şekilde bahçenin orta yerinde öylece bir heves
ve gayretle her biri kendi dalında küçük bir güneş olma yolunda gün gün gelişen
meyveleriyle soğuğa meydan okuyordu. Bahçenin sahipleri yılın belirli
zamanlarında sera kuruyorlardı, gaz lambası yanıyordu gece
boyunca, toplayıp teker teker üşümüş hurmaları
sahipleniyorlardı.
Söğüt içine kapandıkça kapanıyor, kimseyle konuşmuyordu. Hava rüzgârlı ve
sensizken, söğüdün dalları birbirine dolanıyor, rüzgârında etkisiyle hep
birlikte ayrı ayrı hareket eden yaprakları ne dediği anlaşılmadan tıslar gibi
bir ses çıkartıyorlardı.
Ben biliyordum, sen her gidişinde başka iklimlerin rüzgârlarına kanat
çırpıyordun. Sıkıca sarılıyordum salkım saçak dallarıyla sokağımın köşesinde
öylece kalakalan Söğüt Hanım’a. Bazen çok uzun zaman geçmeden bazen de aklına
eserse aylar üstüne geri geliyordun. Gelişin, çaldığın ıslıkla bütün sokağın
şenliği oluyordu. Hemen haberim oluyordu. Diğer kuşlar dönüp dönüp
sana bakıyordu. Sen hiç gitmemiş gibi umursamadan şarkını söylemeye devam
ediyordun. Söğüdün neşesi yerine geliyordu. Diğer zamanlar dalları yerleri
süpürürken senin şarkınla birlikte, devlet senfoni orkestrası gibi her dalı
özgüvenle ayrı bir ritim tutuyor, rüzgârla ahenk içinde dans ediyorlardı.
Nadir zamanlarda, başında bir ağrı, üşümüş ve yorgunca gelirdin. Söğüdün şefkatli dalları arasında, rüzgârın hırçın şarkısı susana kadar biraz dinlenirdin. Gümüş gibi tüylerin ve gözlerin ay ışığında bir başka parlardı. Üşüyen kalbin ısınınca, üşümekten kabaran tüylerin sükûnetle salınca kendini yine giderdin.
Gündüz ya da gece bir zamanı yoktu gelişlerinin. En çok öğle saatlerine yakışıyordu gelişin. Çocuklar öğle uykusunda ve esnaf muhabbete dalmışken. Açık pencerede uçuşan tüllerden sıyrılıp usulca içeri giren sesin, bir evin ağır yemek kokan havasını değiştirebiliyordu. Sen şımarıkça şarkını söyledikçe mermer atölyesinden sokağa sızan o beyaz tebeşirimsi suyun köklerine varıp oradan bütün damarlarına karışması bile keyfini kaçıramıyordu Söğüt Hanım’ın. Nalbur Hasan’ın kapısında asılı eleklerden elenip, eşit miktarda mahalleye bölüştürülüyordu pekmezli sesinle pekişen huzur.
Küçük bir çocuktum, okuma – yazma bilmez günlerimdi henüz. Bir gün öğle
uykusundan kalkıp kimseye fark ettirmeden açtım kapıyı evden çıktım. Kimseye
duyurmadan üçer beşer merdivenlerden büyük bir sessizlikle indim. Kerime Hatun
sokağına çıktım, hemen soldaki az meyilli sokaktan aşağı doğru yürüdüm,
mermerci dükkânının önünden geçtim. Sait amcam içerdeydi. Kocaman bir gülüşü ve
güneşte griye dönen gözlükleri vardı. Görünmeden sokağından geçtim gittim. Az
ileride duran söğüdün karşısına geçip seslendim
“Söğüt! Buradan geçen bütün uçaklara “halama selam söyle!” diye sesleniyorum, el sallıyorum ama bir çocuk için uçaklara seslenmek çok zor. Çok kendini beğenmiş ve gürültülüler ayrıca çok yüksekten uçuyorlar, beni duymuyorlar. Halam çok uzakta yaşıyor, bize mektup ve bayramlarda kart gönderiyor, artık bende mektup yazmak, kart göndermek istiyorum. Bana mektup yazmayı öğretir misin?” dedim.
Söğüt, biraz tebessüm ederek;
“Küçüğüm, sen önce resim
yap onu gönder halacığına, eminim onun için yaptığın resmi gördüğünde çok mutlu
olur, elin biraz kalem tutsun, sonra da mektup yazmayı öğretirim.” dedi.
Mantıklı gelmişti resim yapıp gönderme düşüncesi ama hemen vazgeçmedim.
“O zaman sen bir mektup yaz,
nasıl yazıyorsun ben de görmüş olurum.” dedim.
Kıramadı beni kırılgan dalları.
“Seni kıramayacağım ufaklık” dedi gülümseyerek.
Büyük bir sevinçle “Sen kime
yazacaksın mektubunu?” dedim. Düşünmeden tamam dediğini o anda
anladım, yüzünü şaşkın bir ifade sardı, aniden öyle sert bir rüzgâr çıktı ki Ağustos
ayının ortası olmasına rağmen üşüdüm. Yerdeki tozlar, dökülen yapraklar
havalandı. Söğüt Hanım’ın bütün dalları havaya uçuşup durdu, hemen sonrasında
susmakla konuşmak arasında bir ses tonuyla “Gümüş” dedi ve bir süre sustu.
Dallarının arasından gümüş grisi bir kuş tüyü çıkardı mürekkep yerine yarılmış dallarından gelen özü kullanarak.
“Ah yalnızlığımın emektarı
sevgilim. Biliyorum kuşlar uçmak için kanatlanır,
Ağaçlar tohuma durdukları toprağın hakkını
vermek için kök salar.
Benimse, zaman zaman kendini kuş sanan yapraklarım sana sarıldığında
ruhumda yeni bir coğrafya beliriyor ve kalbim uzun, çiçekli bir patikaya
dönüyor. Tüm sonbaharları toplayıp, yaprak yaprak döktüğüm içim, kalabalık bir
harman yeri gibi neşeli günler de görmüştü ama saçlarıma gölgesi düşen
yıldızların ve kanatlarındaki özgürlüğün ters orantılı olduğu bu mevsimde, bir
kılçık gibi boğazıma takılıp kalır gidişin. Çok özledim seni, gelsen de yine
bahara dönse mevsim.”
Dört ayrı yaprağından aldığı dört ayrı çiğ damlası ile zarfın dört yanını
mühürledi ve yorgun sesiyle usulca “hadi, git, bu zarfı denize at. Deniz alabildiğine mavi, mektup
orada bulur sahibini.” dedi.
Mavi bir mektup
oldu o gün deniz, sen okudun mu Gümüş?
Birkaç ay sonra Mermerci Sait amca öldü, boş zamanlarında sokağın başındaki çeşmenin yanında otururdu, iskemlesi boş kaldı. Mermerci dükkânı kapandı.
Üstünden biraz zaman geçmişti ki bir gün sabah uyandığımda bizim eve gelen yabancı adamlar eşyaları bir kamyona yüklüyordu. Taşınıyormuşuz.
Eşyaları penceresinin önünde söğüt ağacı olmayan başka bir eve taşıdılar.
Benim aklımsa eski evimizde kaldı ve Söğüt Hanım’ın narin dallarında.
Arzu Aytur