İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Sokaktaydım şimdi. İçimde tanımlayamadığım bir ürperti. Ne kalbim atıyor ne de bastığım zemini hissedebiliyordum. Kaldırım mı tuhaftı yoksa ben mi basamıyordum yere kuvvetlice. Yerde kırıntı toplayan tombul güvercinler bile ilgimi çekmiyordu bugün. Her yanımı ter basmış yüzümün pembeleştiğini beni yakan yanaklarımdan anlayabiliyordum. Bacaklarım beni taşıyacak kadar güçlü bile değillerdi. Ellerimde çocukluktan kalma papatyaların köklerini sıktıkça sıkıyordum. Koroda öğrettiği Türkmen gelini türküsünü titrek sesle söyleyip konuşma yeteneğimin yerinde olup olmadığını kontrol ediyordum. Bir daha diyordum içimden “Gelini gelini Türkmen gelini saramadım aney gel gör halimi” hadi bir daha…
Durakta ayaklarımı oradan oraya hoplatıp, durduğum yerde duramıyordum. Aldırmıyordum bile bana garip garip bakanlara. Gelen otobüsleri ha bire kaçırıyordum olur ya zaman geçtikçe heyecanım yatışır, cesaretimi toplayabilirdim kim bilir? Sahi onca yıldan sonra beni nasıl karşılayacaktı? Ya ben ne diyecektim? Nereden başlayacaktım söze? Dilim tutulacaktı muhtemelen başı önünde utangaç bir çocuğa dönüşüverecektim. Yokluğunda bahar kaç tomurcuk vermişti sayamamıştım. Her tomurcuk öğretmenimizin bizi kırlara götüreceğinin en güzel müjdeleyicisiydi. Dönüşte ellerimizle yakalayıp cam şişelere doldurduğumuz küçük balıkların mutluluğunun bir hafta sonra kurbağaya dönüşmesinin çocuksu hüznü dudağımın kenarından tebessüm olarak yüzüme yayılıvermişti. Onu, hep gülen yüzü. Bahçede çimen üzerinde güneşe doğru hikâyeler okuyan gür sesi. Kokusu burnumdadır hâlâ kitapların. Ceplerinde kalem takılı gri önlüğü. Kalın çerçeveli gözlüğü. Tıkırdayan ayakkabılarıyla kara tahta başında ellerinde beyaz tebeşirle hatırlıyordum. Her hali her tavrı ezberimdeydi. Yıllar hiçbirini silmeye cesaret edememişti henüz benden. Küçük adımlarla binaya girdim. Kalp atışlarımı şehir duyacak kadar sesliydi. Dudaklarım kuruyup kuruyup geliyordu. Asansörle yanlış katlara çıkıp çıkıp iniyordum. Heyecandan olsa gerek. Bir ara kaçma fikri bile cazip gelmişti. Şimdi kapısındaydım sessiz ve ürkek. Kıpırdamadan öylece kapıya dikkat kesilmiştim. İçimden binlerce fikir geçiyor hangisini seçeceğime karar veremiyordum bir türlü. Birazdan bu büyülü kapı aralanacak ve çocukluğum bana gülümseyecekti. Sabahın erken saatlerinde sarı kabak çiçeği götüren teyzeler, yeşil asmaların arasından sızan bir bahar güneşi, taş merdivenlere dizili yağ tenekelerinde kırmızı, pembe, beyaz sardunyalar, gölün buharlı sularında çırpınan beyaz ama kirli kazlar, fırından götürülen bakır leğendeki taze ekmeklerin kokusu, bakkal amcanın rengârenk çikolata ve gofret rafları hepsi biranda içime doluverecekti.
Bu kadar mutluluğu biranda kaldırabilecek miydim? Hiç bilmiyordum. Duvardan güç alıp titreyen parmaklarla zile dokundum. Kapının cızırtılı bir şekilde açılıp karşımda belirmesiyle olduğum yerde donup kalmıştım. İşte Güler Öğretmen tam da karşımdaydı. Nefes alışverişlerim daha bir sıklaşmış halde yutkunuyordum. Gözlerim irileşiyor. Etrafına damlacıklar toplanıyordu. Bacaklarım daha bir kuvvetli titriyor, ellerim tutmuyordu. Ayakkabımın bağları bir türlü çözülmek bilmiyordu. Hazırlanmıştım, evde birçok kez de denemesini yapmıştım; boynuna atlayacaktım. Tıpkı öğretmenler günündeki gibi. Öyle de yaptım sarıldım, sarıldım, sarıldım sıkıca sımsıkıca… Köyün mor çiçekli leylaklarına. Kavak ağaçlarının çevrelediği taş yapılı okula. Badanalı duvardaki rengârenk mevsim şeritlerine. Toplamaktan hiç vazgeçmediğim mis kokulu akasya çiçeklerine. Ha bire kırılan kurşun kalemlere. Silmekten küçücük kalmış şeker kokulu silgilere. Bir tarafı hep kırık olan ahşap sıralara. Saf arkadaşlıklarıma. Her bir şeye. Çocukluğum yeniden can buluyordu onunla. Utanmasam hiç ayrılmayacak zırıl zırıl ağlayacaktım. Karşı karşıya oturduk. Ay, gün, saat hepsi durmuştu o anda. Birbirimizin gözlerinin içine bakarak hiç susmadan konuşuyorduk ama daha çok ben onu izliyordum. Gözlerini, gülümsemelerini, yüzündeki çizgilerini, saçlarının dalgasını, ses tonunu. Tebeşir tutan ellerinin kıvrımlarını. Yıllar ondan hiçbir şey alamamıştı. Bir eylül sabahı annemin elini sıkı sıkıya tutarken tırtıklı cam sürahi elinde, okul bahçesinde ilk gördüğümdeki gibi her şey taptazeydi. Neredeyse sürahiyi bana uzatacak kadar her şey yeniden canlanıyordu. Sanki yıllar hiç geçmemiş biz o kadar yıl ayrı kalmamış gibiydik. Her yerde izlerinin olduğu bu küçük odadaki kanepeler, ortada renkli halı, küçük masa, duvarında sesli bir saat zamana not düşercesine şahitlik ediyordu bu mucizeye.
Ayşe Tali