İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Bir sıkışmışlık, arafta kalmışlık, aman vermeyen sürgit bir kararsızlık. Ne bir adım ileri gitmeye cesaret ne yerinde saymaya razı olma. Dışarısı soğuk, yaşam çetin ve vahşi. Peki ya yuvam dediğin dört duvarın içi? Sıcak mı, rahat mı, güvenilir mi? İçin ısınıyor mu içinde? Bir parça huzur var mı kokusunda? Muhabbetine eşlik eden kim? Yoksa duvarlar mı seni tek dinleyen? Bitmeyen sorular, bulunamayan yanıtlar…
Hayat ak ve karadan ibaret değil elbette. Ara renkler de var. Bazen en dibi gördüm sanırsın, son raddede hissedersin. Ansızın bir ses, bir görüntü ya da bir bakış çekip çıkarır seni yüzeye. Çark dönmeye devam ediyordur. Herkes seni es geçmiş olamaz ya. Birileri vardır bir yerlerde sana dokunan, tutsak hissettiğinde özgürlüğüne kavuşmana vesile olacak olan. O yüzden mucizelere inanırsın. Bütün duyargalarını açar, salarsın kendini hayata. Elbet bir frekansta kesişecektir yollar halden anlayanla.
Onsekiz yaşına kadar içindeki yokluğun soğukluğuyla, aldığı psikolojik desteklerle yaşama tutundurulmaya çalışılan Sena, bu kurumdan azat edilme vakti geldiğinde üniversiteyi aynı şehirde kazandığı için birçok arkadaşından daha şanslı sayılırdı. Yetiştirme yurdundan ayrılmadan hemen üniversitenin yurdunda kendine yer bulabildiği için huzurluydu. Yurttaki akranlarının kimisi üniversiteyi kazanamadığı, kimi de ancak şehir dışındakilere puanları yettiği için sudan çıkmış balığa dönmüşlerdi. Hepsinin bu yaşa kadar yuva olarak bildikleri tek yer burasıydı zira. Sena bu geçişi daha kolay atlattı. Sonuçta doğup büyüdüğü şehirden ayrılmayacaktı, üstelik barınma sorununu da gidermişti.
Bir dört yıl daha böyle geçti, üniversite yurtlarına dışarıda akıp giden uçsuz bucaksız hayata karşı bir sığınak misali sarılarak. Hayat, heybesine türlü türlü deneyimler ekliyordu. Yaşadıkları, gördükleri ona birçok şey katıyordu ama aldıklarını geri vermiyordu hayat, eksik parçaların sızısını dindiremiyordu. Ne anne ne baba sevgisi tatmıştı. Dışarıdan bakıldığında ne kadar dik duruyor, güçlü görünüyor olsa da; içinde yüreği mengeneler arasında sıkışmış, büzüşmüş haldeydi ve tadını bilemediği sevginin, şefkatin onu sarıp sarmalamasına o kadar ihtiyaç duyuyordu ki.
Staj yaptığı şirkette kadrolu eleman olarak çalışmak üzere teklif aldığında keyfine diyecek yoktu. Zira yurtlardaki ikamet süresi de doluyordu artık ve iş hayatına umduğundan hızlı giriş yapması nohut oda, bakla sofa dahi olsa başını sokacak bir eve çıkabilecek olmasını kolaylaştırmıştı. Bu, elbette hayatının yirmi yılını kendine ait bir evde geçirememiş biri için bulunmaz nimetti. İşi vardı artık, kısa sürede şirin mi şirin bir evi de oldu. Yalnız, parmakla sayılacak kadar az yakın arkadaşı vardı hayatı boyunca. Onlar da maalesef ya evlenip ya da üniversiteyi başka şehirde okumak üzere ayrılmışlardı, grubu dağılmıştı ama sık sık olmasa da fırsat buldukça bir araya gelebiliyorlardı.
İş hayatının getirisi olarak yeni arkadaşlıklar da ediniyordu ama elbette her daim eksikliğini çektiği anne baba sevgisine ömrü boyunca kavuşamayacağını da biliyordu. Ne kokuları vardı onlardan hatıra, ne yaşanmışlıklar geride kalan. Daha iki yaşındaydı onları kaybettiğinde. Onlara dair sahip olduğu tek şey sararmış, yamalı fotoğraflarıydı. Kimi geceler o resimlerle konuşsa da, anne babasıyla geçirilmiş en ufak bir anı bile zihninde canlanmadığı için, hep hayalinde kurguluyordu birlikte yaşayamadıklarını. Biliyordu, bu saatten sonra onların yerine geçebilecek kimse yoktu, o duygu hep noksan kalacaktı ruhunda ama o şiirlerde, romanlarda okuduğu, hayal ettiği aşk peki ya? Ona da mı tesadüf edemeyecekti? Belki bir anne baba şefkati kıvamında olmazdı ama güvenli bir liman, sığınacağı bir iklim olamaz mıydı aşk onun için?
Şimdi tamamlanması gereken tek eksik parça aşktı. Öyle bir aşk olmalıydı ki bu; anne baba gibi okşasın, kollasın, sahiplensin onu. En azından bu duyguyu tatmayı çok istiyordu. Erişebileceği tek his, sevgiye, şefkate dair tek gerçeklik ihtimali hayallerinde kurup da büyüttüğü aşk kavramıydı, kader bunu da elinden almazsa tabii.
İş hayatının iki senesini doldurmuştu. Kazancı daha geniş bir eve çıkabilecek duruma getirmişti onu. Arkadaşlarının önerisi ve desteğiyle işyerine yakın bir semtte tam arzuladığı gibi bir daire bulabildi. Kısa sürede içine eşyalarını yerleştirdiği gibi umutlarını, hayallerini, beklentilerini de sığdırmaya başladı yeni yuvasına. Kanı çok ısınmıştı bu eve. Balkonuna renk renk orkidelerini dizdi. Geceleri umutları ve düşlerini de peşine takarak balkonda orkidelerle sohbetin dibine vururlardı hep beraber.
Beklemeyi bıraktığımız, ummadığımız anda çalar kapıyı aşk. Aklı, kalbi, ruhu; yeni evi, muhitinde keşfe çıkacağı yerler ve işi arasında mekik dokurken aşk, listesinde yoktu o aralar. Ama aşk bu; ne liste dinler ne ferman. Usulca yaklaşıyormuş meğer.
Henüz üç hafta olmuştu taşınalı. Rutin bir sabah işe giderken her gün indiği yokuşun başında yerde parlayan bir şey dikkatini çekti. Yaklaştı, vesikalık fotoğraf dizisiydi. Bir erkek fotoğrafı… Kılıfıyla olduğu gibi yere düşmüştü resimler. Belli ki sahibi düşürmüştü ve kim bilir kaç gündür onları aramadığı yer kalmamıştı. Aldı eline, üstünkörü baktı ama zaten henüz mahallede kimseyi doğru dürüst tanımadığı için detaylıca incelemedi fotoğraftaki kişiyi. Yine de attı çantasına belki yakınlarda oturuyordur, bir gün buralarda rastlarım diye düşünerek.
Yoğun ofis temposunda varlığını bile unuttu fotoğrafların. Yorgun argın eve geldiğinde duşunu aldı, kahvesini yaptı, kitabını açtı. Henüz aklına düşmemişti gizemli resimler. Ne zaman ki yatmadan önce çantasını değiştirmek üzere içindeki eşyaları birer birer çıkarıp masaya koymaya başladı, fotoğraflar da gün yüzüne çıktı tekrar. Yakından bakmak istedi bu sefer; “Belki de görmüşümdür daha önce bu şahsı.” diyerek, bakmaya, incelemeye başladı. Kendini alamıyordu bu adamın yüzünden. Sağa doğru taranmış düz, kumral saçlar, iyice yakınlaştırınca kendini ele veren yeşil gözler, gayet orantılı bir burun, zarif bir tebessüm içeren ince dudaklar. Ciddi ciddi analiz ediyordu bu yüzü. Şaşırdı yaptığı şeye. “Ne yapıyorum ben? Uykusuzluktan şirazem kaydı herhalde.” dedi ve çantasına soktu fotoğrafları. Zaten kimseye de benzetememişti ve yatmaya gitti.
Yattı; tavana bakıyor, yarınki yapacağı işleri hizaya sokuyordu kafasında. Sonra sağa döndü, yok olmadı; sola döndü bu kez, yok bu da olmadı. Yine tavana döndü yüzünü, kapattı gözlerini, açtı tekrar. Neler oluyordu böyle? Fotoğrafın etkisinden çıkamıyordu.
“Neden o kadar dikkatle inceledin ki işgüzar Sena? Uyu şimdi uyuyabilirsen.” dedi kendi kendine. İçinden bir şey dürtüyordu onu adeta fotoğrafa tekrar dönmek üzere ve o dürtü 1 saatin sonunda galip geldi. Gidip çantasından tüm vesikalıkları alarak yatağına girdi tekrar. İçine çekiyordu tamamıyla kendisini bu surat, bu bakış, bu dudaklardaki ifade. Vesikalıkları birer birer elinde evirip çeviriyor; birbirinin aynı olan her fotoğrafta başka bir bakış açısı yakalıyordu sanki. Adeta adam birazdan resmin içinden çıkacak, yanında peyda olacaktı. Bu anlık düşünce ürküttü onu ve hemen resimleri ters çevirerek komedinin üzerine bıraktı. Kendini bu anlamsız duygu karmaşasından kurtarıp uyumaya adadı. Epey güç de olsa uykuya dalabilmişti nihayet.
Sabah alarmın sesiyle uyanıp zar zor kalktığında ilk gördüğü şey ters çevrilmiş fotoğraflardı. Bu sefer kararlıydı, bakmayacaktı onlara. Alelacele hazırlanıp çıkmaya çalıştı evden, sanki biraz daha kalırsa yine içine çekilecekti onların. Ofiste işten işe koşturuyor, o görüntüyü silmeye çalışıyordu gözünün önünden. O unutmaya uğraştıkça, adamın silueti beliriyordu sanki her yerde. Akşamı zor etti.
Aradan bir hafta geçti. Hayatından bir parça olmuştu artık bu resim. Her gün karşısına alıyor, sohbet ediyor, yalnızlığını onunla paylaşıyordu. Kendi hayalinde sohbetine dâhil bile ediyordu bu adamı. Mimikleri, jestleri nasıl olurdu diye kafasında canlandırıyor ve kanlı canlı görmediği, sesini duymadığı bu adamla bir haftadır hayatını paylaşıyordu. Dışarıdan bakıldığında anormal, sorunlu bir durum gibi görünebilirdi. Ama Sena’ya bir nevi terapi gibi geliyordu bu arkadaşlık. Günleri daha sıcak, daha verimli geçiyordu istemsizce kurduğu bu bağ ile birlikte. Aslında Sena âşık oluyordu ama bu duyguyu şu ana kadar hiç yaşamadığı için isim koyamıyordu başına gelenlere.
Ve Sena sonunda karşılaştı bu fotoğrafların sahibi ile. Bir ikindi vakti markete çıkmıştı. Camiinin köşesinden dönmüştü ki on gündür hayal dünyasında yarenlik ettiği adam ondan tarafa yürüyordu. Saçlar aynı yöne taranmış, gözler yaklaştıkça yeşil yeşil bakıyor. Ama dudaklarında tebessüm yok fotoğraftaki gibi. Adam Sena’yı hiç görmedi bile, yanından geçip gidiyordu. Sena, nereden çıkıp geldiği malum olan – sebebi aşk – bir cesaretle seslendi: “Affedersiniz, bakar mısınız?”
Hayatında ilk kez bir erkeğe seslenişiydi bu. O bir yabancı değildi gözünde. Telepatik de olsa ömründe ilk kez bağ kurduğu bir erkekti ve belki de bu yüzden hiç çekinmeden döndü yüzünü ona.
Vural döndü, ciddi tavrını bozmadan: “Buyurun, ne istemiştiniz?” diye sordu.
Sena hemen konuya girdi ve fotoğrafları çantasından çıkarıp Vural’a uzattı. O esnada Vural istemsizce yüzünü yana doğru çevirdi. Sena şaşkınlığa uğradı: “Size ait değil mi yoksa?” dedi şüpheye düşerek. Vural çevirdi yüzünü fotoğraflara ve uzanıp alırken Sena’nın ellerinde gezdirdi gözlerini hayretle, dudakları tebessüm halindeydi, o an aynen resimdeki hali gibi. Kendini toparladı Vural. Defalarca teşekkür etti. “Buralarda mı oturuyorsunuz?” diyerek tanımak istedi Sena’yı. Sena az ileride oturduğunu, yeni taşındığını söyledi. Komşu çıkmışlardı. Vural, centilmenliğini gösterdi ve bir teşekkür ifadesi olarak onu kahve içmeye davet etti. Sena memnuniyetle kabul etti ve birbirlerinin telefon numaralarını alarak ertesi gün buluşmak niyetiyle sözleştiler ve ayrılmak üzere tokalaştılar. Vural o elleri hiç bırakacak gibi durmuyordu. Sena da ondan farksızdı. İnanılmaz bir elektrik akışı yaşanıyordu aralarında. Kendine ilk çekidüzen veren Sena oldu. Elini yavaşça çekerek iyi günler diledi ve hızla uzaklaştı.
O gün ikisi de birbirlerine akan duygu selinin etkisinden çıkamadı. Sena nihayet o gözlerle buluşmuş, o dudaklardan çıkan sözlerin muhatabı olmuştu. Vural’ın da gözlerinin önünden Sena’nın ince, uzun, zarif parmakları gitmiyordu.
Zaman ilerledikçe aşk demini aldı, yürekleri sarmalandı. Güzel bir uyum vardı aralarında. Sena o kadar mutluydu ki Vural’ın varlığıyla, onun kalbine öyle bir demir atmıştı ki; hem ana baba ocağı gibi sırtını dayamak istiyordu ona hem de yıllardır düşlerinde gezinen aşkın sırrına ermek istiyordu, bu gözünden dahi sakındığı güzel adamla. Peki Vural hangi yamayı kapıyordu Sena’yla?
Vural, narin parmaklı yârim diye severdi Sena’yı. Sık sık parmaklarından öper, onları yüzüne sürerdi uzun uzun. Sena’nın o güzel parmaklarıyla yemek yapışını seyretmeye doyamazdı. Bazen o kadar korkardı ki parmaklarına zeval gelecek diye, o sıra mutfakta bıçak kullanılacaksa hemen Sena’dan önce işe koşardı. Tabiri caizse, elini sıcak sudan soğuk suya sokturmazdı. Öyle bir tutardı ki ellerini, öyle bir sıcaklık yayılırdı ki Sena’nın tüm hücrelerine, bütün dünya ikisinden ibaret olurdu o an. Sena bazen takılırdı Vural’a: “Bende güzel olan tek şey parmaklarım mı Vural?” Vural hemen atılırdı: “Asla canım sevgilim. Sen her uzvunla, her hareketinle, seni sen yapan her şeyle birlikte bana sevmeyi öğreten tek kadınsın.” derdi ve sonra eklerdi: “Parmakların konusunda biraz hassasım biliyorum. O da sana olan zaafım, idare et.” derdi. Sena bu zaafından hiç rahatsız değildi elbette ama belli ki Vural da geçmişinde sevgi eksikliği ile sınanmıştı. Ailesi ile ilgili hiç açılmamıştı Sena’ya. Sena farkındaydı aile bağlarında kopukluk olduğunun ama asla üstüne gitmek istemedi. Zamanla kendisiyle paylaşacağını hissediyordu ve sabırla beklemeye karar vermişti.
Mazinin yaraları bir yerden nüksetmeye başlamıştı bir gün. Ne zamandır Vural iş değişikliği yapmak istiyordu. Sena’nın, bir arkadaşı vasıtasıyla bir gün tam Vural için uygun bir pozisyon kulağına çalındı. Vural açısından bulunmaz Hint kumaşıydı bu iş. Görüşme olumlu geçti, kısa sürede yeni işine başladı. Çok memnundu durumundan ve sevgilisine minnettardı. Sena da çok mutluydu. Üstelik şirket sahibi Zarife hanımla güzel bir hukuku da vardı Sena’nın. İş dünyasında güzel insanlarla iyi bağlar kurabilmek, gün geliyor, böyle hayırlı kapılar açabiliyordu.
Vural da hakikaten görevine son derece sadık, iş bitirici bir çalışandı. Kısa sürede Zarife hanımdan tam not aldı ve Zarife Hanım onu kendine bağlı olarak çalışacak bir konuma atadı. Bir nevi sağ kolu gibi olacaktı. Dirsek dirseğe çalışacaklardı. Aslında her şey yolundaydı. Zarife hanım Vural’ın performansından son derece memnundu. Artık gözü kapalı birçok işin sorumluluğunu ona verebilecek duruma gelmişti. Ama Vural için ters giden bir şeyler vardı ki mesleğinin zirvesindeyken ani bir kararla istifasını verdi. Ne Zarife Hanım inanabildi buna, ne Sena kabullenebildi. Çünkü Sena sık sık ziyarete giderdi Vural’ı ve onun işine olan bağlılığının, Zarife Hanım’ın da Vural’a dair memnuniyetinin en yakın şahidiydi. Hissediyordu, Vural bahanelerle geçiştiriyordu, Sena’ya gerçek nedeni söylemek istemiyordu. Sena üstüne gitmek istemedi, bu vaziyete çok üzülse de kararına saygı duydu.
Vural uzun süre iş bulamadı. Bu durum çok gücüne gidiyordu. Sena’nın gözünde aylak aylak dolaşan, işe yaramaz bir adam gibi hissediyordu. Sena hiçbir zaman ona böyle bir imada bulunmasa dahi, sevgisini şefkatini âşık olduğu adamın üstünden hiç esirgemese de Vural’ın erkeklik gururu, düştüğü bu halden ötürü utanç duymasına sebep oluyor ve sıkıntılarını biraz olsun dindirmek için arkadaşlarıyla ara sıra içkili mekânlara gidiyordu.
Bir gece kafası güzelleşmişken geldi ve Sena’nın narin ellerini öperek onunla muhabbet etmeye başladı. İlk defa annesinden bahsediyordu. Annesinin onu yıllarca kaba saba, tombul elleriyle nasıl dövdüğünü anlattı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan Sena’nın ellerine sımsıkı kenetleniyordu. “Çocuktum daha; o eller üstüme doğru her uzandığında bir canavarın pençesiymişler gibi korkardım onlardan.” diyordu, gözyaşları Sena’nın parmaklarına damlarken. Vural’ın derin yarası kanamaya başlamıştı işte hiç kapanmadığı yerden. Devam ediyordu Vural: “Bu yetmezmiş gibi bir de kendi münasip bulduğu bir kızla evlendirmek istedi beni. Kızla zoraki görüşmeye gittiğimde kız elini bana uzatınca böğürecek gibi oldum, tiksindim o ellerden. Aynı annemin elleri gibi kaba saba ve tombuldu. Kaçtım oradan, aynı anda annemi de ardımda bırakarak kaçtım, geldim işte buralara.”
Sena sarsılıyordu duyduklarıyla. Nasıl bir travma idi bu? Tevekkeli değil, Sena ilk karşılaşmalarında elini ona uzattığında başını korkuyla yana çevirmişti. Evet, bu adam yıllarca dünya üstündeki kadınların ellerine bakmaktan men etmişti kendini. Sena ile karşılaşınca hayatı belli ki yeni bir dönüm noktasına girmişti. Ama muhakkak bu mazideki acıları şimdi bir şey tetiklemiş olmalıydı. Sena için bunun yanıtını bulmak zor olmadı. Zarife Hanım minyon, toplu bir kadındı. Dolayısıyla elleri de Vural’ı mazisine götürmüş olmalıydı. Öyle ya, terfi etmesiyle beraber Vural, Zarife Hanım’a sürekli evrak imzalatıyordu, yani yakın temastaydılar. Ah zavallı Vural, patlama noktasına gelmişti sonunda! Şu an Sena onu ancak ince ve narin parmaklarıyla sakinleştirebilirdi. Öyle de yaptı; elleri Vural’ın avuçlarında ağlaya ağlaya uyudular birlikte.
Ertesi gün sakin kafayla etraflıca konuştular. Vural anlattıkça rahatlıyordu. Kolay değildi, yıllarca yaşadığı acıları ve artık vicdanına sığmayan bu azabı bir başına göğüslemişti. Evet, haklı sebeplerle annesini terk etmişti belki ama yine de içinde onun eksikliğinin sızısı her nereye giderse gitsin, geçmemişti. Belki de bu azaptan kurtulması için annesiyle yüzleşmesi gerekiyordu. Sena onu ikna etmek için bir süre uğraştı.
“Her ne olursa olsun senin yanında olacağım. Hiç bırakmayacağım seni Vural. Haydi, annen neredeyse gidip bulalım ve konuş onunla içine attığın her şeyi. Yıllardır ne durumda olduğunu bilmiyorsun, belki o da hatalarının farkına varmıştır, pişmandır Vural.”
Vural ikna oldu sonunda ve Almanya yolculuğu görünüyordu onlara. Annesini orada bırakıp gelmişti buralara. Günyüzü görmediği o topraklara tekrar adım atmak ne kadar da sancılı olsa, hayatının geri kalanını sağlıklı, huzurlu yaşayabilmesi için artık başka yolu yoktu. Aradan beş yıl geçmişti. Dile bile kolay değildi söylemesi. Annesine akrabalarından sahip çıkan da olmayınca, bakımevine yerleştirmişti onu Almanya Devleti.
Hüzünle, yoklukla, acıyla geçen yıllar sonrasında ana oğul arasında o ilk bakışma… Annesini nasıl da özlediğini, gözlerine bakınca fark etti Vural; gözyaşlarına engel olamadı, koyuverdi onları. Ya annesi? Pişmanlığı, evladına yaptığı yanlışların bedelleri sadece gözlerinden değil, vücudunun her zerresinden okunabiliyordu. “Affet beni oğlum.” oldu ilk cümlesi. Vural dayanamadı, sarıldı annesine. “Cahildim, bu gurbet elde yalnızdım; baban da ölüp gidince içimdeki yangınla seni de yaktım oğul. Ellerim kırılaydı da bir fiske vurmasaydım sana. Affettiğini söyle evladım. Ne olur bir fırsat daha ver yakıp yıktıklarımı onarmak için.”
Vural Sena’ya döndü, gözleri buluştu. Sena gözlerini kapatıp açarak, başını sallayarak ne yapması gerektiğini anlatmış oldu Vural’a. Vural annesinin yıpranmış, titreyen ellerini aldı avuçlarının arasına. Tiksinmiyordu onlardan artık; kokladı, öptü, büyük bir eşikten atladı o gün. O eller Vural’ın sırtını sıvazladı belki de hayatında ilk defa. Vural’ın yanaklarına dokundu, okşadı. Annesinin elleri konuşuyordu adeta Vural’la affet beni diyerek.
Birkaç ay sonra… Vural ile Sena dünya evine girdiler. Vural’ın annesi o günden sonra her daim yanlarındaydı. Sadece Vural’a değil Sena’ya da gerçek, fedakâr bir anne olabilmek için canını dişine taktı. Sena da artık anne sevgisi, anne kokusu nasıl bir şeydi, hissedebiliyordu. İki evladını da bağrına bastı Perihan Hanım, ellerini biran olsun üstlerinden çekmedi. O elleri evlatlarının mutluluğu için hep çalıştı, durdu. Vural’la Sena da ömrünün sonuna dek başka ellere muhtaç etmediler annelerini.
Elif Güler