KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Gece Aldatır Sevgimizi
“Sen öyle bir gidersin ki sadece susmak kalır geriye.”
“Sen öyle bir gidersin ki ardından bakakalır insan.”
“Ben sadece…“
“Sen değil, ben sadece aptalın tekiydim. Sana inanmaksa yaptığım en büyük aptallık.”
“Yapma…”
“Yapma? Yapmayayım öyle mi? Neden? Neden yaptın bunu bize!”
Daha fazla dayanamadı adam ve dizlerinin üzerinde yere bıraktı kendini. “Git,” dedi adam. “Canımı daha da yakmadan git!” Kadın dokunmak istedi ona, sarılmak, kokusunu içine çekmek. Bunun yerine adamın dediğini yaptı… Gitti. Sarılışını, öpüşünü, kokusunu, bakışını bir gözyaşına saklayıp öylece gitti.
30 Temmuz
Bir hafta, koskoca bir hafta geçti üzerinden. Ama o hâlâ yas tutuyordu ardından. Hayat, siz mutlu olduğunuzda kıskanırmış. Bu hayattaki tek dayanağı gidince nasıl da savunmasız kalıyor insan, pamuk şekeri yere düştüğü için ağlayan şımarık bir çocuk gibi. Neden sorusu asla aklından çıkmıyordu. Neden gitmişti? Neden? Masa başına geçti ve yapabildiği en iyi şeyi yapıp yazmaya başladı. Sustuklarını yazıya döktü, çığlıklarını, ağlayışlarını, özleyişlerini, kalbindeki boşluğu anlattı sayfalara. O yazdıkça kalem günahı, sayfalar günahkârı oldu.
1 Ağustos
“Seninle lunaparka gittiğimiz günü hatırlıyor musun sevgilim? Ne de güzel eğlenmiştin, küçük bir kız çocuğu gibiydin. Ben sana o gün bir kez daha âşık oldum. Bir insan, birinde tekrar tekrar takılı kalabilir mi? Ben senin kusur sandığın her zerreni seviyorum, senin için saatlerce ağlayıp arkandan yas tutuyorum. Sana o gün yalan söyledim sevgilim, asla gitmeni istemedim. Evet, canımı çok acıttın ama ben senin canımı acıtmanı bile sevdim. Gitme diyemedim, kal diyemedim, utandım belki biraz, gururum kalbimi kör etti. Seni özledim, sesini, kokunu, dokunuşunu, sarılışını, gülümsemeni ve bende takılı kalan o güzel harelerini.”
3 Ağustos
Boş kaldırımlarda, eli pantolonunun cebinde öylece yürüyordu. Onunla geçtiği yerlerden geçip onun sevdiği sokaklardan ilerliyordu. Başka bir sokakta belki de o vardı. Ama artık onu görünce ne tepki vereceğini kendisi bile kestiremiyordu. Nefes alıyordu ama artık yaşadığını hissetmiyordu.
4 Ağustos
Odasında, yatağında onu uyurken görmek normal miydi? Yaklaştıkça yaklaştı hayaline, eli saçlarına uzanacakken birden yok oldu. Hayalinde bile dokunamamıştı gece saçlı kadına. Siyah beyaz kadın orada yoktu şimdi. Yatağa uzanıp gözlerini kapattı, orada yoktu belki ama kalbinin kara boşluğundaydı o, gözyaşlarının sebebindeydi, rüyalarında, ruhunun derinliklerindeydi. “Ne yapıyorsun güzel adam?” Gülümsemesi bile o kadar büyüleyiciydi ki bir an soruyu unuttu.
“Kitap okuyordum sevgilim, şiir kitabı.” Yavaşça gelip kucağına oturdu. “Öyleyse bana da okuyun bayım.” deyip kıkırdadı. “Hayhay hanımefendi.” Kadın gülünce adam daha da mutlu oluyordu.
“Aysel, git başımdan, ben sana göre değilim!
Ölümüm birden olacak seziyorum,
Hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Aysel git başımdan seni seviyorum.*”
“Atilla İlhan’ı çok severim.”
“Biliyorum.”
“Nasıl?”
“Senin sevdiğin şeyleri sevmeyi öğrendiğimden beri, senin gözünden dünyaya bakmaya başladığımdan beri biliyorum.”
“Aysel… Sen de benim Aysel’imsin, siyah beyaz kadınımsın.”
“O zaman binlerce yıldızın huzurunda, beni senin siyah beyaz kadının ilan ediyorum.” Ve bir kez daha o güzel gülümsemesini sundu.
“Seni seviyorum kadın.”
“Seni seviyorum adam.”
8 Ağustos
Siyah beyaz kadın olmadan bir gün daha, elinde limonlu yeşil çayı yağmur damlalarının camda ahenkle çarpışını izliyordu.
“Ne yapıyorsun sevgilim?” Kadının yanına yanaştı.
“Yağmuru izliyorum. Şunlara baksana, her biri hayatta kalmaya çalışan insanlar gibi. Rüzgâr onları savunuyor ama onlar inatla camlara çarpıp aşağı süzülüyorlar, sanki giderken bile bir iz bırakmak ister gibi.” Elindeki limonlu yeşil çayı masaya bıraktı ve ekledi:
“İster misin?”
“Yeşil çay mı? Hiç sevmem.”
Yeşil çaydan nefret eden adam, yağmuru izlerken çayını yudumluyordu.
11 Ağustos
Düşünsene; deniz kenarına gitmişiz, kumsala uzanmış bir şekilde yıldızları seyrediyoruz. Sadece biz varız, sadece biz. Nefesin karışıyor nefesime, gözlerin ayrılmıyor gözlerimden. İnsan, insanda tutuklu kalır mı? Ben kaldım. İnsan, bir çift göze tutulur mu? Ben tutuldum. Ben senin kusur sandığın her şeyini sevdim sevgilim. Şimdi neredesin, kiminlesin, bilmiyorum. Beni bu ıssız karanlıkta bir başıma bırakırken, bir gün gelecek olduğun umuduna tutunuyorum. Sana binlerce mektup yazıyor, sonra da hiçbirini sana layık görmediğim için bir kenara atıyorum.
Ama sen sevgilim, sen beni terk ederken aşkımızı hiçe sayıp gittin. İçten içe kızgınım sana. Her gün bindiğin vapura binerken, hep geçtiğin dükkânların önünden geçerken bu duygu büyüyor içimde. Neydi beni terk edişinin sebebi? Seni gözümden çok sakınırken, nasıl göremedim gözlerindeki çırpınışları? Bana nefes olan kadını, nasıl uzaklaştırabildim kendimden? İçten içe kendimi suçluyorum sevgilim. Susuyorum, hayatım boyunca yaptığım en iyi şeyi yapıp sadece susuyorum. Ve bir gün yıldızlarda buluşma ihtimalimizi düşleyip, bu hayale tutunuyorum.
13 Ağustos
Artık kızgın değildi adam, sadece kırgındı. Bir veda bile edememişti sevdiği kadına, ama anlamıştı; Bir çiçeğe ne kadar iyi bakarsan bak, toprağı sen değilsen yeşeremezdi…
15 Eylül
Sahafa girdi adam, tanıdık ama bir o kadar da eşsiz bir koku çepeçevre sardı etrafını. Kitapların arasında tanıdık bir sima ile karşılaştı. Kusursuz bir tablo misali sergilenen anılar, acılar, gülüşler, kelimeler ve hazin bir son… Terk ediliş. Kalbine fırtına tohumları eken bu tanıdık fakat bir hayli yabancı bu kadın onun siyah beyaz kadınıydı. Küçük el çantasında taşıdığı kâğıda sarıldı. Bir not yazdı ve kadına vermesi için sahafa ricada bulunup kendini dışarı attı. Neden yapmıştı? Bilmiyordu… Sadece varlığını fark etsin, adama dair yüreğindeki hasret kıvılcımları alevlensin istiyordu. Onu seviyordu, tüm benliğiyle âşıktı ona fakat bu büyük sevgi büyük yenilgiler getirdi adama. Vazgeçmeyi öğrenmişti, onsuz kalabilmeyi, ondan ayrı fakat bir o kadar ruhunda saklayarak yaşamayı öğrenmişti. Çıkıp gidecekti işte. Tek yapması gereken sahaftan bir adım daha uzaklaşmaktı fakat ayakları hareket etmiyordu. Onu durduran neydi? Arkasını dönmeyecekti. Eğer dönerse gidemezdi fakat bu duygu silsilesi onu arkasına dönüp kadına bakmaya zorladı. Bedeni ondan habersizce acı veren meleğinden taraf durmaya başladı. Ne de güzel tebessüm ediyordu kitapların arasında, kendi dünyasında kaybolmuşçasına. Bir kitap satın aldı kadın. O sırada sahaf notu sayfaların arasına sıkıştırmıştı. Kadın fark etmemişti lakin adam her bir hareketi seyretmişti. Sahaftan çıkıp yan taraftaki kafelerden birine oturdu kadın. Elinde tuttuğu şiir kitabını açıp okuyacağı sırada bir not düştü masaya. Kısa bir şaşkınlık sonrasında notu eline alıp okumaya başladı:
“Sana neden siyah beyaz kadın dediğimi sorardın hep, ben de hiç cevap vermezdim. Sana âşık olduğum içindi bu isim… İnsanlar gridir, iyi yanları ve kötü yanlarıyla. Ama sen ya melektin ya şeytan; bir insan seni ya sever ya da nefret eder. Küçük bir iyilik yaptığında melek gibiydin gözümde, canımı acıttığında ise ölesiye üzülürdüm gecelerce… Bu yüzden sen benim dünyamın güneşiydin, bense güneşe âşık olmasına rağmen ayçiçeği gibi günebakandım, yüzüm hep sana dönük. Işığa âşık pervane böceğiydim. Dokununca yanan. Belki de haklıydı Atilla İlhan. “Hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim…” demekte, belki de ay sardı çiçeğin yarasını, o yüzden verdiler bu ismi mecnun çiçeğe. Her mutsuz adam, kalbini aşkıyla dolduracak bir Aysel’e mahkûmdur. Elveda kadınım…”
Kadının gözyaşları kâğıda damlıyordu. O sırada adam usulca yaklaştı ona. Yanına giderken aklından hiçbir şey geçmemişti sadece yüreğinden geçen fısıltıyı dinlemişti. Son kez veda etmek istiyordu sevdiği kadına.
“Nerden buldun beni?” dedi kadın.
“Sen neden gitmedin?” diye karşılık verdi adam.
“Döndüm.”
“Neden gittin Aysel?” Adam kadının bu soru karşısında kısa bir süre şaşırdığını fark etti, bu şaşkınlık yerini utanca bıraktı. Alı al moru mor oldu yüzü. Sarardı. Titredi dudakları, sesi hüzünlü:
“Elimde değildi, her şey fazla gelmeye başladı.”
“Neydi fazla gelen? Sevgim mi?”
“Evet!”, “O kadar güzel sevdin ki beni bunu kaybetmekten ölesiye korktum, korktukça da kaçtım. Senden değil kendimden, bu sevgiye lâyık değilim çünkü.”
Kadının gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu, her bir damla adamın kalbine saplanan bir ok gibiydi. Adam kadının gözyaşlarını silmek istedi, Ağlamak sana hiç yakışmıyor, hep gül demek istedi. Ancak onun yerine yaşlarını silmek için kaldırdığı elini indirip konuşmasına devam etti.
“Limonlu yeşil çay ister misin? Birlikte içeriz.”
“Sen yeşil çay sevmezsin ki.”
“Ben siyah beyaz kadının yokluğunda nefret ettiğim şeylere âşık olmayı öğrendim Aysel.” Kadın cevap vermek yerine başını usulca sallamakla yetindi. Çayları geldi, gözlerini birbirlerinden ayırmadan ve tek kelime dahi etmeden bitirdiler çaylarını. Yağmur damlaları düşmeye başladı saçlarına ama ikisi de kalkmadı yerinden. Yağmurlu bir günde tanışmışlardı ve yağmurlu bir günde veda edecekti adam ona. Hissediyordu kadın, bugün adamı son görüşüydü.
“Pusulasını kaybetmiş bir denizci gibi kalbini arıyorum.
Sürgün yemiş mahkûm gibi gözlerinden mahrumum.
Ateşe âşık kelebek gibi sana doğru uçuyorum.
Güneşe meftun Berfin gibi bir çare dileniyorum…
Kokun hiç yabancı gelmedi inan hâlâ çok tanıdık.
Gönlümden hoşça kal sevdiğim, kalbim, sensizliğin mezarına alışır.”
“Bir şiirle tanışmıştık, bir şiirle vedalaşalım istedim.”
“Kimden?”
“…..”
“Güzelmiş.” diyebildi kadın, gözyaşları arasında.
“Güzeldi.” diyebildi adam.
“Ne dersin… Biraz daha şiir okuyalım mı? Söz veriyorum bu sefer ben sana okuyacağım.”
Alnını alnına yasladı adam ve derin ama yavaş bir öpücük hediye etti kadına. Alnını çekmeden “Ben artık şiir dinlemek istemiyorum. Çünkü şiir de aşk gibidir, yaralar.”
“Ama aşk yanlış bir şey değil ki.”
“Aşkın canını acıtması için illa yanlış olması gerekmez ki bir tanem, sen benim canımı bir hayli acıttın ama bak ne yaşadıklarımız yanlıştı ne de sana olan sonu gelmeyen duygularım.”
Adam dokunmak istedi kadına, sarılmak, kokusunu içine çekmek. Bunun yerine olması gerekeni yaptı… Gitti. Sarılışını, öpüşünü, kokusunu, bakışını bir öpücüğe sakladı ve öylece gitti. Onun siyah beyaz kadınıyla hikâyesi bitmişti. Belki yıllar sonra deniz kenarında, yıldızların altında kaybolmuş ruhlarını bulurlardı. Adamın dilinden sadece şu cümle döküldü gitmeden önce:
“Yıldızlarda buluşmak dileğiyle sevgilim. Hoşça kalma! Hoşça kal!”
Almina Naz Kaba
*Atilla İlhan