0

Kış mevsiminin yüzünü sinsice gösterdiği günlerde radyo ve televizyonlardan şu anonsu sıklıkla duyarız. Balkanlardan gelen yeni bir soğuk hava dalgasıyla Marmara, Batı Karadeniz ve Ege Bölgesini etkileyecek yoğun kar yağışı bekleniyor. Meteoroloji Genel Müdürlüğünün verilerine göre yoğun kar yağışı ve buzlanmanın hafta sonuna kadar etkili olacağı bildiriliyor… İstanbul’daki ilk ve orta dereceli okullar yoğun kar yağışı nedeniyle iki gün tatil edilmiştir…

Yoğun kar yağışı nedeniyle Ege Bölgesi’nde Kütahya, Eskişehir, Afyon illerindeki ilk ve orta dereceli okullarda eğitim ve öğretime iki gün ara verilmiştir…

Erzurum ilinde atmış beş köy yolu yoğun kar yağışı nedeniyle ulaşıma kapandı. Erzurum’la bağlantısı kesildi, eğitim ve öğretime dört gün ara verildi…

Çok iyi hatırlıyorum, hatta dün gibiydi çocukluğumun kışları, ayazları, donları… Kar nedeniyle ne okullarımız kapanırdı ne de devamsızlığımız olurdu. Bizler mi çok dayanıklıydık zamane çocuklarına atfen apartman çocuğu veya muhallebi çocuğu değil miydik? -Tabii ki günümüz çocuklarına bu sıfatları ben yakıştırmadım- Ya da ilgililer mi duyarsızdı? Şaka şaka elbette bunların hiçbiri değildi. Bugünkü mantıkla hareket edilseydi okullarımız üç dört ay tatil olması gerekirdi. Bu da mümkün olamayacağına göre hiç tatil yapmamayı yeğliyorlardı anlaşılan.

Şimdiki öğrenciler gibi ayaklarımızda kalın botlar, başımızda ponponlu şapkalar, bereler, boynumuzda atkılar, ellerimizde elliklerimiz yoktu. Ayağımızda kauçuk, soğuğu olduğu gibi geçiren rengârenk çizmeler, sırtımızda incecik manto ve paltolarımız vardı. O zamanlar pantolonları sadece erkekler giydiği için, okullarda yasak olduğundan külotlu öğrenci çorabını giyer zorlukla okullarımıza gitmeye çalışırdık.

Bizi okullarımıza getirip götürecek okul servisleri de yoktu. Tabii bu kolejlere giden zengin aile çocuklarına göre bir hizmetti. Nice zorluklara katlanıp yayan, başı açık, ayağı yalın, onu ısıtacak sarıp sarmalayacak paltosu bile olmayan binlercesi de vardı okullarına zorla ulaşmaya çalışan… Kilometrelerce diz boyu karın içinde yol kat eden, dereden, iptidai asma köprülerden canı pahasına geçmek zorunda kalan bir sürü çocuk da vardı okula gitmeye can atan…

Şimdilerde moda olan; Ağrı-Bubi Dağı, Ankara- Elmadağ, Antalya-Saklıkent, Bingöl-Yolaçtı, Erzincan-Bolkar, Kars-Sarıkamış… Bursa-Uludağ, Bolu-Kartalkaya’da kayak yapanların hiçbiri bizim amatörce yapılıp altlarına teneke çaktığımız kızaklarımızla yüksekçe bir bayırın başından düşe kalka kaydığımız zamanki hazzı alacaklarını sanmıyorum… Belki de biz çocuk olduğumuz için her şey bize eğlence gibi geliyor, sinek uçsa bile gülüyorduk. Hele karda, buzda düşenleri gördükçe bilhassa ben çok gülerdim. Kendim düşsem bile bir yandan utanır, bir yandan da elimdekileri savruldukları yerden kaldırır, kıs kıs gülerdim aklıma düştükçe biteviye… İyi ki o zamanlar gülmüşüz vara yoğa, ileride gülemeyeceğimizi öngörerek… Büyüyünce yüzlerimiz asılır oldu zira çevremizde bizi kahkahalarla güldürecek o kadar az şey kaldı ki maalesef.

Yöneticilerin hakkını teslim etmeliyim. Evet, böyle bir kış günüydü 29 Mart 1970 tarihinde okullarımız yarım dönem kapandı, birkaç günlüğüne değil… İlk dönem aldığımız notlarla sınıflarımızı geçmiş veya kalmıştık.

28 Mart 1970 tarihine denk gelen günün gecesiydi, on yaşındaki erkek kardeşimle mezun olduğum ilkokulda o yıllarda ilkel olarak oluşturulmuş sinema salonundaki Türk filmini seyretmeye gitmiştik. Kar dizlerimize kadar geliyor, kuru ayazdan ellerimiz ve burnumuzun ucu önce kıpkırmızı oluyor sonra mora çalan bir renge dönüşüyordu. Film Kurtuluş Savaşıyla ilgiliydi, top atışları yapılıyordu. Mahalli saat 23.05’i gösterirken nereden bilecektik ki beyazperdeden izlediğimiz toplardan birkaç tanesinin kucağımıza düşüp bizleri can evimizden vuracağını… Yer sarsıldı öfkeyle, homurdandı, silkelendi, bütün enerjisini bizlere yöneltip celallendi. Korku, telaş, endişe, heyecan, karanlık çığlık olarak yükseldi salondan… El yordamıyla buluştuğumuz iki kardeş kucaklaştık uzun süre ağlaşarak okul bahçesinde… Gökyüzü gri-kırmızı bulutlarla kuşatılmış, çatıların üzerine değecek gibi iyice alçalmıştı… Ay ve yıldızlar firar etmişlerdi okyanus ötelerine bu gece… Ayağımızın altındaki karlar bile renk değiştirip kirlenmişti.

Kütahya’nın Gediz ilçesinde 1087 kişinin öldüğü (çoğunun yanan sobaların devrilmesi sonucu yanarak) 90 bin kişinin evsiz kaldığı, Gediz, Emet ve 90 köy ve kasabanın en talihsiz zamanlarından biriydi bu gece… Richter ölçüsüne göre 7.6 şiddetinde olduğu ve Alman Deprem Araştırma birimlerine göre yıkım şiddetinin 10 olduğunu duyurmuştu yerli yabancı haber ajansları… Haritadan silinip Yeni Gediz adıyla daha emniyetli yere kurulacak olan Gediz depremini yaşayan bizler iki katlı kâgir evimize korkudan giremeyip -15/-20 dereceyi bulan sıcaklıkta evimize yakın fakat açıklık bir alandaki karları kürüyerek üzerine kuracağımız basit bir çadırda yaşadık bir süre altı can… İçine kuzine kurup korkumuzu yenmeye çalıştık ısınmak için birbirimize sokularak…

Bu olaydan yaklaşık otuz yıl sonra evimizin altından geçen fay hattının öfkelenmesi sonucunda resmi makamlarca açıklanmadığı hâlde gerçek rakamı elli iki bin canın yitirilip kimilerinin kayıp, sakat kalacağı ailece büyük mal kaybıyla, yaralı kurtulduğum deprem olayını -bize göre kıyametti yaşadığımız- 45 saniye yaşadık Gölcük’teki depremin kalbinde…

Pusuda bekleyen düşman gibi nereden vuracağı belirsiz bu öfkeli devin her silkelenişinde yüreğimiz ağzımıza geliyor…

Dilerim hiç kimse böyle bir acıyı yaşamaz… Tanrım 3. kez bana ve tüm insanlığa bu korkuyu tattırma Yarabbi…

Unutmayalım deprem değil bizi öldüren, içine hıfz olduğumuz depreme dayanıksız evlerimiz ve bilinçsizliğimiz…

Fatma Türkdoğan

Leave a Comment

İlgili İçerikler