0

GELECEĞİNİ BİLİYORDUM

Ağırlaştırılmış müebbet hapis gibi ilerlemiyordu bir türlü zaman. Gökten düşen bin türlü işkence, bin türlü ıstırap, bin türlü acıydı. Bin yıllık bir ölüm kol geziyordu cephelerde.

O mahşer gibi mahvedici, kanatıcı savaşın en çetin günlerinden bir gün, en zorlu anlarından bir andı. Bir grup asker cephede yağmur gibi gelen mermilerden korunmak için mevzide gizlemişti, bir taraftan da fırsat kolluyorlardı, düşmanın üzerine atılıp savaşmak için can atıyorlardı. İçlerinden bir asker ileride kendilerinden önce gelip düşmanla çarpışmaya giren, ateş çemberinin içinde, kurşun yağmurunun altında kalan bir arkadaşını gördü. Bakışlarını üzerinden ayırmıyordu hiç, yoksa bir anda gözden kaybolabilirdi. Kendinden geçmiş, canla başla, cesurca çarpışıyordu arkadaşı, elindeki tüfekle ateş püskürüyordu fakat o kurşun yağmurunun altında dayanması mümkün değildi. Dakikalar sonra kurşunlara hedef olup kanlar içinde yere düştü.

Öyle bir kurşun yağıyordu ki sağanak yağmur gibiydi. Cephelerde bir saniye bile olsa kimse başını kaldırıp burnunu siperin dışına çıkaramıyordu, yağmur gibi ateş yağıyordu. Arkadaşının düştüğü duruma dayanamayıp siperden dışarıya doğru atılmak için ani bir hamle ile ayağa kalktı ama o sırada başka bir asker onu kolundan tutup içeri çekti.

“Deli misin sen oğlum? Artık onun için bir şey yapılamaz, onu kurtarayım derken kendin öleceksin. Arkadaşın kan revan içinde kalmış, belki de ölmüştür. Sen kendi hayatını da tehlikeye atıyorsun, düşünmeden hareket ediyorsun, yerinde dur nereye gidiyorsun,” dedi kızgın bir ifadeyle?

“Sen ne diyorsun be kardeşim, ben gideceğim tabii ki ve arkadaşımı kurtaracağım, onu orada ölümle baş başa bırakamam,” dedi Taner üzgün bir ses tonu ile, tonlarca hüzün taşıyan bir ima ile.

“Sen ne yapabilirsin, insan bu savaş rüzgârının önünde savrulan bir yaprak gibidir, kurtulmak istiyorsan şu sipere gir artık, vurulacaksın şimdi, haydi durma.”

“Hayır, ben kendimi düşünmüyorum, arkadaşımı kurtarmak istiyorum, geri dönmeyeceğim, bırak kolumu artık ben gideceğim. Ölüm, cesaretini kaybedince gelir, inanmaktan vazgeçince, hedefinden geri dönünce başlar. Ben onu kurtaracağıma inanıyorum.”

Kolunu askerin elinden kurtardığı gibi yeniden ileri atıldı ve kurşun gibi fırladı. Kimsenin inanamadığı bir kıvraklıkla koştu. O korkunç sağanak ateş yağmuru altında korkusuzca koşup bir anda arkadaşının yanına ulaştı ve yere attı kendini, biraz durup soluklandıktan sonra döndü, eliyle yaralı arkadaşını kontrol etti, yarasından kan akıyordu, eli kıpkırmızı olmuştu. “Bir an önce doktora ulaştırmayım,” diye düşünerek yere çömeldi, yaralı arkadaşını sırtına aldı ve ayağa kalktı, hızla geri geldi. Gelir gelmez siperin içine attı kendini, birlikte yere yuvarlandılar. Arkadaşının taş gibi ağırlaşmış bedeni olduğu yere çakılıp durdu, cansız düştü yere. Gelirken, sırtında iken ölmüştü. Cesur, vefalı ve fedakâr asker, yaralı arkadaşını bir cehennem çukurundan çekip getirmişti adeta, onu kurşunlardan kurtarmıştı ama ölümden kurtaramadı işte. Diğer arkadaşı ona döndü;

“Ben sana gitme demiştim, bak ölmüş işte, kendini büyük bir tehlikeye attın, sen de ölebilirdin,” dedi yine kızarak.

“Olsun, güzel oldu ama ben görevimi yaptım, arkadaşımı o ateşin ortasında bırakamazdım ki, o kurşunların içindeyken ben nasıl buradan bakıp durabilirdim, nasıl.” dedi, gözleri dolarak ve hıçkırıklara boğularak.

“Güzel oldu, güzel, hem de çok güzel oldu,” dedi, “sonra ömür boyu vicdan azabı çekip kendimi suçlardım, şimdi ben görevimi, üstüme düşeni yaptım fakat onu kurtaramadım.’’

“Bak, kardeşim, bu adam ölmüş, getirmeseydin de olurdu, nasıl olsa cesetler sonra toplanırdı.”

‘‘Sen de beni dinle asker. Ben arkadaşımın yanına vardığımda daha ölmemişti. Onun son sözlerini duydum, benim için bu durum her şeye değdi. Peki, sen onun bana ne dediğini biliyor musun?’’ dedi ve hıçkırarak onun son sözleri tekrarladı;

‘‘Ben geleceğini biliyordum, geleceğini biliyordum.’’ dedi bana. ‘‘O sözleri duymak yeter bana.’’

Acılı ve yürek kanatıcı bu sözleri duyan Taner’in buğulanmış gözleri cam gibiydi şimdi, iyice buğulanmıştı, birazdan akacak yaşlarla dolmuştu. Boğazı tıkandı, tüyleri diken diken oldu, öyle bir üzüldü ki üzüntüsünden konuşamıyordu. Bu arada büyük bir patlama sesleri geldi, peş peşe bomlar atılıyordu. İki elini kafasının üstünde birleştirdi, siper yaptı kendine, yine siper aldı, hiç soluk aldırmadan sağanak yağmur gibi ateş etmeye devam ediyordu düşman. Kelimeler kesik kesik çıkıyordu ağzından, kelimeler değil artik sessiz hıçkırıklar çıkıyordu boğazından doğrusu. Coşkun, konuşmayı bırakıp sessizliğe gömülen, o cümleden sonra hiç konuşmayan Taner’in kendisine hak verdiğini, sarf ettiği sözler için pişman olduğunu anladı, onun duygularını hissetmişti;

“Taner sen iyi misin, ne oldu sana, yaralandın mı yoksa?” diye sordu.

“Hayır, yaralanmadım, ben iyiyim, ya sen nasılsın, seni üzdüm, kusura bakma, sen haklıydın, özür dilerim.”

‘‘Önemli değil kardeşim, ölüm budur işte, kurşun gibi aniden gelir, bir gün bir yerde bulur insanı, acımadan alır götürür.’’

İsmail Okutan

Leave a Comment

İlgili İçerikler