0

SEVGİ SENİN SÖZÜNDE Mİ?

Onlar evleneli aşağı yukarı üç ay olmuştu. Hani derler ya, çiçeği burnunda evliydiler. Evleri bize uzak değildi. Şu karşı konağın ikinci katına kiracı olarak gelmişlerdi. Her hafta sonu onları, mor sarmaşıkların kuşattığı balkonda kahvaltı yaparken görürdüm. El ele tutuşur, diz dize otururlardı. En güzel kahkahaları yeni doğan güne onlar atardı. Muhabbetliydiler. Öyle ya “Değirmen iki taştan, muhabbet iki baştan” diye boşuna dememişler. Uzaktan uzağa imrenirdim. “Mutluluğun resmi bu olsa gerek.” derdim.

Hanım bile onlara bakar bakar da, derin bir iç geçirirdi. “Aah ah!” derdi. “Ben de bir gün oğlumun mürüvvetini görür müyüm acaba? Onlar da böyle karşılıklı oturup cıvıl cıvıl kahvaltı yaparlar mı ola?”

Ferit âdeta titrerdi karısının üzerine. İnci’ydi adı. Güzeldi. Bir şelale gibi akan uzun sarı saçları, incecik bedeni, deniz yeşili gözleri ile bir saka kuşu kadar zarifti. Zaten onun bizim ailedeki adı “Saka Kuşu” değil miydi? Avrupai, ışıklı bir havası vardı. Her sabah mutlaka alt kattaki “Vella Kuaför”e uğrar, taranır, süslenir, işe öyle giderdi. Bizim uzun boylu, esmer, çirkin oğlanı bu kınalı kuş mu çarpmış, yoksa bizim oğlan mı onu tavlamıştı bilmiyordum.

Bir burçta iki aydı onlar.

Sadece biz değil, bütün mahallenin gözü bu mutlu saka kuşlarının üzerindeydi. Herkes imrenceli duygularla bakardı onlara. Kim bilir içlerinden neler geçerdi. Eminim kendi gençlik yıllarına gider, ilk balayı gezilerini hatırlar veya güzel günlerinin anılarıyla buluşurlardı. İçten içe kıskananlar, haset edenler de olur muydu bilmiyordum. “Bu çocuklara göz değecek.” diye bazen hanım onlar adına endişelenir, “Allah bir yastıkta kocatsın.” diyerek dua ederdi.

Ferit bazı geceler balkonda bağlama çalardı karısına. Türküler söylerdi. Memleket türküleri… Karısı eşlik ederdi ona. Ne güzel bir koro oluştururlardı. Bir Ferit söylerdi, bir İnci:

“Girebilsen şu sinemde neler var?/Gülüp oynadığım ele karşıdır,/Ele karşıdır.”

Gecenin karanlığına akan bu güzel türkülerle nakışlanırdı yüreklerimiz:

“Yenice yolları bükülür gider,/Zülüf ak gerdana dökülür gider./

Yiğidin sevdiği güzel olursa,/Ömrü arkasından sökülür gider.”

Bu akşam bize yemeğe geleceklerdi. Ne de olsa Ferit hem en yakın komşum hem aynı vergi dairesinde birlikte çalıştığımız mesai arkadaşımdı. Üstelik en yakın arkadaşımın oğluydu. Ben emekliliği gelmiş kıdemli bir memur, o aynı daireye yeni atanmış bir stajyer… Asıl arkadaşlığımız babası ileydi. Ferit benim evladım gibiydi. Avucumuzda büyümüştü. Babası genç yaşta trafik kazasına kurban gidince, Ferit yetim kalmıştı. Aradan yıllar geçmiş, kadere bak aynı vergi dairesine memur olarak atanmıştı. Ben yolun sonunda, o başındaydı.

***

Bir sabah baktım Ferit elinde bir paket, dairede herkese güllü lokum dağıtıyor. Bütün personel “Hayırlı olsun! Hayırlı olsun!” diyor. Daha ne olduğunu anlamadan odama gelip elimi öptü. Lokum ikram etti. “Nişanlandım ağabey.” dedi. “Dün akşam söz kesildi. Bak yüzüğüme!”

Sevinçten gözlerinin içi gülüyordu.

“Hayırlı olsun.” dedim. “Daha önce hiç bahsetmemiştin. Bu ne hız oğlum!”

“Valla nasıl olduğunu ben de anlamadım ağabey! Her şey o kadar ani ve hızlı gelişti ki… Evlilik kısmet işi derlerdi de inanmazdım. Meğer gönlümün sultanı yanı başımdaki bankada beni beklermiş de haberim yokmuş. Aklımda fikrimde yoktu. Bir gün kızın akrabalarından iki kadın geldi ziyaretime. Teyzeleriymiş. Meğer bu işlerin “çöpçatanı” çok olurmuş. Övdüler de övdüler. “Sende boy pos, onda güzellik… Kız mı ki, saraylara layık bir turna” dediler. “Elini çabuk tutmazsan alıcı kuşlar çok olur.”

Gösterdiler. Konuşturdular. Beğendim tabii. Beğenmemek mümkün mü? Vuruldum vallahi!”

Gülüşüyoruz. Her zamanki sempatikliği ile anlatmaya devam ediyordu:

“Kısa süre sonra haber geldi. Kız, ‘Beğendim. Olur.’ demiş. Hiç umudum yoktu. En çok da ona şaşırdım. ‘Ulan,’ dedim içimden, ‘Benim gibi çirkin bir dallamanın nesini beğenir’, anlamadım. Ben kız olsam vallahi beğenmezdim. Bir anda her şey oluverdi. Kısmet ağabey. Sana haber veremediğim için mahcubum.”

“Hayırlı olsun. Allah tamamına erdirsin. Kızımız kim? Tanıdık biri mi?”

“Tanımazsın ağabey. Bankada memur. O da benim gibi yeni atanmış.”

Tabii bizim oğlanın ağzı kulaklarında. Abayı fena halde yaktığı her hâlinden belli…

İki de bir sol eli, sağ elinin yüzük parmağına gidiyor, o madeni parıltıyı hafiften oynatıyor, anlatıyor anlatıyordu.

Daha iki ay bile geçmeden bir de baktım, masamın üzerinde yaldızlı bir zarf ve içinde bir düğün davetiyesi… Öyle ya, yıldırım aşkına yıldırım düğün… Daha söz kesileli kaç gün olmuştu ki…

“Bu ne acelecilik oğlum? Zaman geçsin. Birbirinizi tanıyın.”

“Kız evi öyle istedi ağabey. Kız da istiyor. Benim de canıma minnet. Annem de memlekette yalnız başına. O da oradan sıkıştırıyor: ‘Bir an önce oğlumun mürüvvetini göreyim.’ diye.”

Düğün dernek derken hepsini iki ay içinde bitirdiler. Düğünde nikâh şahitlerinden biri ben oldum.

Kapıda eşimle birlikte karşıladık. Yine el eleydiler. İnci Hanım’ın elinde bir buket kırmızı gül vardı.

İçeri buyur ettik. İkili koltuğa yan yana oturdular. Ne güzel yakışıyorlardı birbirlerine. Ferit, eşine hürmette kusur etmiyordu. Koltukta eşinin arkasına yastık dayamış, yemek masasına otururken eşinin sandalyesini tutmuştu. Ne hoş bir incelikti bunlar. Birbirlerinden teşekkürü esirgemiyorlar, ‘aşkım’ demeden söze başlamıyorlardı.

Kırmızı gülleri vazoya kendi yerleştirdi.

“Ferit sizi çok sever, hep sizden bahseder.”

“Sağ olsun, biz de onu çok severiz. Oğlumuz sayılır. Elimizde büyüdü.”

Güler yüzlü, sempatik, çıtı pıtı, mütevazı bir hanımdı.

Sofranın hazırlanmasında eşime yardımcı olmuş, kahve servisini evin gelini gibi kendisi yapmıştı. Eşine karşı dikkatli, titiz ve duyarlıydı. Olur, olmaz şeye karışmıyor, her lafa girmiyor, şuh kahkahalar atmıyordu. Görgülü ve bilgiliydi. Cahilce laflar etmiyor, banka ve finansman konularında dahi söz açılmadan konuşmuyordu.

Her nedense Ferit, bu akşam eşinin aksine durgun sular gibiydi. Düşünceli olduğu her hâlinden belliydi. Biz konuşurken o hep susuyor, mecbur olmadıkça sohbete katılmıyordu. Gözleri ayakuçlarında dalıp dalıp gidiyordu. Bir derdi mi vardı? Yoksa bir kusur mu etmiştik? Başı mı ağrıyordu? Yanlışlıkla ağzımızdan incitici bir söz mü kaçırmıştık? Ne bileyim insanın aklına her şey geliyor işte!

Galiba bu durumun en çok eşi farkındaydı. Ferit’in sağ elini avuçlarına aldı. Dudaklarına götürüp öptü.

“Erken kalkabiliriz aşkım.”

Gözleri Ferit’in gözlerinde.

Ferit, yavaşça elini İnci’nin avuçlarından çekti. Zor duyulan bir sesle “Elimi bırak!” dedi. Ortalığa buz gibi bir sessizlik düştü. Herkes birbirine baktı. Böyle kaç saniye geçti bilmiyorum. Kadın bozuldu fakat belli etmemeye çalıştı. Saklanan bir şeylerin olduğu kesindi.

Ferit’in yüzünde alı al, moru mor renkler dolaştı. Sesinde anlamlı bir ciddiyet:

“Mehmet ağabey, siz aileden sayılırsınız. Önemli bir şey paylaşmak istiyoruz. “Durdu. Sanki söze başladığı yeri beğenmedi. Sonra devam etti: “Nasıl anlatılır bilmiyorum. Aslında bunu çok önceden söylemeliydik.”

Hanımın gözlerinde tatlı bir ışıltı, “Yoksa… Ay bu ne güzel bir haber ne hoş bir müjde!”

Kulağıma, elini ağzına tutarak fısıldadı: “Çocuk geliyor, çocuk…”

“Yok.” dedi Ferit. “Aklınıza geldiği gibi değil Zuhal yenge. Biz… Biz bir karar aldık.”

“Ne kararı?”

“Ayrılmaya karar verdik. Boşanıyoruz.”

Bu söz, pimi çekilmiş bir bomba gibi düştü ortaya. Eşimle göz göze geldik. İkimiz de şaşkın şaşkın bir onlara, bir birbirimize bakıyorduk. Doğrusu duyduğumuza inanamıyorduk. “Biz ayrılmaya karar verdik!” Ne demekti şimdi bu? Nasıl olurdu? Gördüklerimize mi inanalım, yoksa duyduğumuza mı? Sanki yemeğe değil de sırf bu kötü haberi vermek için gelmişlerdi.

“Ağzından yel alsın, o nasıl söz Ferit? Şaka mı bu?”

“Hayır, şaka değil Mehmet ağabey. Biz boşanıyoruz. İstedik ki önce bizden duyasınız. Yarın herkes bir şey uyduracak. Gerçeği siz bilin yeter.”

“Kızım, İnci sen söyle. Duyduğumuzun şaka olduğunu söyle. Ne diyor bu deli adam?”

“Bu işlerin şakası mı olur Mehmet ağabey? Bayağı ayrılıyoruz.”

“Çocuklar, üzmeyin bizi. Ya hanım sen bir şey söyle: İçim darlandı. Ne diyor bunlar? ‘Ortak karar almışlarmış’ da, ‘boşanacaklarmış’ da bilmem neymiş! İkinizin de canı iyi bir dayak istiyor. Demiştim sana, ‘göz değecek bu yavrularıma’ diye. Dediğim çıktı işte! Bir avuç mutluluğu çok gördüler…”

“Biz, sizi örnek çift olarak gösterirken, herkes mutluluğunuza imrenirken, birbirinize karşı bu kadar saygılı ve muhabbetliyken…”

Böyle diyordum ya, Ferit’in evlendikten sonra dairedeki hâl ve hareketleri birden gözümün önünde canlanıverdi. Evlendikten sonra çocuğun huyu değişmişti. Dairede mükelleflerle sürekli uyumsuzluk yaşıyordu. Öfkeli ve tahammülsüzdü. İlk başlarda gençtir, yenidir, dedik ama Ferit’in düzeleceği yoktu. Demek boşuna değilmiş. Düşünüyor, bir türlü aklım almıyordu. Sanki her hafta sonu balkonda güle oynaya kahvaltı yapan onlar değildi. Her gün el ele gördüğümüz mutlu, muhabbetli çift onlar değildi. Birlikte türküler çalıp söyleyen onlar değildi.

Sormadan edemedim:

“Peki, sorun ne? Neyi paylaşamıyorsunuz?”

Ortalığa cevabı olmayan bir sessizlik çöktü.

Eşimin sözleri onları aklıselime davet ediyordu:

“Bakın çocuklar, evlilikte ufak tefek şeyler olur. Dışarıdan gördüğümüz kadarıyla mutlu bir evliliğiniz var. Bu güzel aileyi bir öfkeye kurban etmeyin. Aceleyle verilmiş kararlar, sonra dönüşü olmayan hüsranlar yaratır. Çok pişman olursunuz.”

Konuşan inci oldu:

“Hayır, acele verilmiş bir karar değil Zuhal yenge. Düşündük, taşındık, öyle karar verdik.”

“Ay bunların sahiden ikisi de aklını yemiş.”

“Sonra sana anlatırım.” dedi Ferit. “Mahrem tarafları var.”

Ben de ısrar etmedim. İzin isteyip kalktılar. O gece merak ve şaşkınlık bizde, sır onlarda kaldı. Uğurladık. İnci, Ferit’in koluna girmişti.

Ferit, bu konuşmamızdan üç gün sonra odama geldi. Üzgün görünüyordu. Dağılmış, solmuş bir çehreyle baktı bana. Karşı koltuğa oturdu.

“Gidiyorum buralardan ağabey.” dedi.

Sanki azı dişime çat diye bir kum tanesi değdi. Yoksa Ferit, boşanma dilekçesini vermiş miydi? Öyle ya vermese bu hüzünlü veda cümlesini kurar mıydı? Henüz boşanma sebebini bilemediğim bir evlilikten söz ediyorduk.

Ferit’in üzgün hâline bir anlam verememiştim. Ayrılmayı isteyen kendileri değil miydi? İstedikleri olmuştu işte. Yüzünün gülmesi gerekmez miydi? Şimdi bu hâl neyin nesiydi? Böyle düşünmekle belki de haksızlık eden bendim. Öyle ya, nice umutlarla bir dünya kuruluyor ve nice hüsranlarla bir dünya yıkılıyordu. Kolay değildi.

Ben sormadan kendi anlattı:

“Hepsi bir yalan rüzgârıydı ağabey. Gördüklerinizin hepsi yalan… Mutlu değildik aslında… Mutluluk oyunu oynuyorduk. Ağacın kurdu içimizdeydi. Daha doğrusu benim içimde. Kimse bilmesin diye yalancı bir dünya kurmuştuk. Sizler hep o dünyayı görüp imreniyor, aldanıyordunuz. Oysa gönül aynamız tozlanmıştı.

Ben, İnci’yi çok sevmiştim. Biliyorsun biz görücü usulü evlenmiştik. Ama ben ona ilk gördüğümde tutulmuştum. Deli gibi âşıktım. Dünya bir yana, o bir yanaydı. İnci’yi görmeden, onun sesini duymadan edemezdim. Kısa süren nişanlılık dönemimizde Şirin için dağlara kafa tutan Ferhat bendim. Kendi kendime hep şu soruyu sorardım: “Bu kadar güzel bir kız, benim gibi bir çirkini niçin beğenir, niçin tercih eder?”

Sustu. Bir sigara yaktı. Sonra savrulan dumanların arasından ta gözlerimin içine bakarak gerçeği itiraf etti:

“Gerdek gecesi bana ‘yüz akı’nı verememişti.”

Dondum. Ferit’in gözlerine dehşetle baktım. O devam etti:

“Oysa bir kızın en mahrem kutsalıydı o. Başı dik, alnı ak olmanın diğer adıydı. Erkek için güven, kadın için sadakat ve huzur demekti. Beklediğim armağan bana sunulmamıştı. Çılgına döndüm. Önce inkâr etti. Sıkıştırdım. ‘Pılını pırtını topla, valizini hazırla. Yarın sabah erkenden seni annenlerin evine bırakacağım.’ Ağladı, hüngür hüngür ağladı. ‘Beni çek vur, gönderme!’ dedi. ‘Bu utançla yaşayamam. İntihar ederim. Babam yaşayamaz. Annem ayakta duramaz. Kimsenin yüzüne bakamazlar. Dışarı çıkamazlar. Kızı bozuk çıkmış, o sabah getirilip evlerine bırakılmış bir babanın hâlini düşün. Bir kişiyi değil üç kişiyi öldürmüş olursun.’” dedi.

“Bütün bunları o zaman düşünseydin! Vaziyet senin cephenden öyle… Bir de beni düşün. Teninde başka bir erkeğin terini taşıyan bir kadını nasıl kabul ederim? Bana yazık değil mi? Ben kabul etsem, nefsim kabul etmez. Ben bu utançla nasıl yaşarım? Elin artığına nasıl karım derim? Kendimi aldatılmış hissediyorum. Söyle ben neyim?” ‘Ne desen, ne söylesen haklısın.’ dedi. ‘Senden sadece bir şey rica ediyorum. Beni gönderme. Üç ay beraber yaşayalım. Üç ayın sonunda şiddetli geçimsizlikten boşanma dilekçemizi birlikte verir, ayrılırız. Ne olur, kulun kurbanın olayım, bunu bana çok görme. Bu iyiliği yap bana. Şunun şurasında üç ay…’ Hayır! dedim. ‘Yalvarıyorum ne olur. Ellerini, ayaklarını öpeyim.’”

Ağladı, ağladı. Ayaklarım gözyaşlarıyla ıslandı.

“Bana olduğu gibi anlat. Kim ne yaptı sana?”

Anlattı:

‘Benim bir dayımın oğlu vardı. Seninle evleneceğim diyerek beni kandırdı. Güzel sözlerle gelirdi yanıma. Cahildim. Aldandım. Bir gün zorla bana sahip oldu. Sonra da yüz üstü bırakıp gitti. Kimseye söyleyemedim. Derdimi anlatamadım. İntihar etmeyi düşündüm, beceremedim.’

“Başım avuçlarımın arasında saatlerce düşündüm. O böyle anlatınca tabii acıdım, üzüldüm. İstismar edilmiş, mağdur olmuş, ortada bırakılmış zavallı bir genç kız… Ben de insanım, benim de vicdanım var. Bir an kendimi onun yerine koydum. Çok düşündüm. Fakat bir türlü içime sindiremiyordum. Aklım kabul etse gönlüm kabul etmiyordu. İki arada, bir derede kalmıştım. Benden istediği sadece bir iyilikti. Bunu ona çok görmemeliydim. Benim için bu kararı almak zor oldu: ‘Tamam.’ dedim. ‘Seni göndermiyorum. Üç ay kal yanımda. Üç ayın sonunda şiddetli geçimsizlikten mahkemeye başvurup ayrılırız.’

Sevindi. Ayaklarıma kapandı. Nihayet üç ay doldu. Anlaşmalı evliliğimizin süresi bitti.

Bugün öğleden sonra yetkili aile mahkemesine gidip boşanma dilekçemizi birlikte vereceğiz. Ondan sonra evli evine, köylü köyüne…”

“Çok üzüldüm Ferit. Ne diyeceğimi bilemiyorum.”

Gözleri dolu dolu bana baktı: “Dün eve geç saatlerde gittim. Her zaman olduğu gibi ben gelmeden sofraya oturmamış. Beni beklemiş. Masayı hazırlamış. Bana sevdiğim yemekleri yapmış. Çok sevdiğim revaniyi dahi ihmal etmemiş. Mumlar yakmış. Akşama kadar hazırlık yapmış. Yorulmuş. Ne de olsa son gecemizdi. Bununla da kalmayıp pantolonlarımı, gömleklerimi ütülemiş. Üşümeyeyim diyerek kalın iç çamaşırları satın almış. Tabii çok duygulandım. Teşekkür ettim. Aramızda kısa bir konuşma geçti. Karşımda boynu bükük hüzünlü bir gelincik vardı. ‘Bu gece, son gecemiz.’ dedim.”

“Biliyorum.”

“Yarın boşanma dilekçemizi birlikte vereceğiz. Artık aynı evde kalamayız. On gün izin aldım. Sonra tayin dilekçemi verip sana ve bu şehre veda edeceğim.”

İki damla yaş süzüldü yanaklarına:

“Niçin ağlıyorsun?”

“Hayır, ağlamıyorum. ‘Sana ve bu şehre veda ediyorum.’ deyince bir an duygulandım, kendimi kötü hissettim. Canım acıdı. Günlerdir düşünüyorum. Ne bileyim, hayatınıza giren insana zamanla alışıyorsunuz. Alıştığınız insanla kendi aranızda fark edemediğiniz köprüler kuruluyor. Arkadaşlığın, dostluğun ötesinde bir şey bu! Hatıralar biriktiriyorsunuz. O hayatınızdan çıkınca bir büyük boşluk doğuyor içinizde. Kendinizi güvensiz ve yarım hissediyorsunuz. Yalnızlaşıyorsunuz. Canınız acıyor. Belki buna da alışır insan. Ancak itiraf etmeliyim ki sana hissettiklerim alışacaklarımdan öte bir şey…”

“Şaşırdım. Bir an dağıldım. “Sana hissettiklerim alışacaklarımdan öte bir şey.” Söyleyemesem de İnci sanki beni tarif ediyordu. Sevgi ne idi? İtiraf etmesem de ta ilk tanıdığım günden beri seviyordum onu. Sevince insan küçük dünyalar kuruyor. En büyük suçları dahi affetmeye hazır hâle geliyor. İçimde çılgın bir ses, dudaklarımda isyanlı bir sükût: İnci şimdi ayağa kalksa, diyorum. Boynuma sarılsa. ‘Boşanmayalım’ dese. Kapıya dayansa, ‘Hayır, göndermiyorum seni. Gül gibi geçinip gidiyoruz işte!’

Demedi, diyemedi. Onu cesaretsiz kılan bendim aslında. Ona hiç şans tanımayan bendim. İçimde kıramadığım putlarım vardı. Nefsime verilmiş sözlerim vardı. Gönlünü açamayacak kadar korkak olan, gurur yapan bendim. Aklı ile gönlü arasında kalan bendim. Şuramda ikili bir savaş… O, daha soğukkanlıydı. Devam etti:

“Sana ne kadar teşekkür etsem azdır. ‘Ayrılmayalım’ deme hakkımın olmadığını biliyorum, çünkü anlaşmamız böyleydi. Kararına tabii ki saygı duyuyorum. Beni uçurumun kenarından alıp hayata dönme şansı verdin. Sana ömrüm olduğu müddetçe dua edeceğim, minnettar kalacağım.”

İkimizde sustuk. Birbirine söyleyecek sözü kalmayan iki insanın susması… Yolun sonu. Gelip yanıma oturdu. Başını bir çocuk masumiyeti içinde göğsüme bıraktı. Her zamanki gibi saçları nergis kokuyordu. Odaya mumların yumuşak ışığı dökülüyordu. Farkında olmadan ikimiz de aynı anda çok sevdiğimiz o türküyü söylüyorduk:

Keder senin özünde mi?/Hüzün senin yüzünde mi?/Sevgi senin sözünde mi?/

Üzülme, bülbül avazlım./Üzülme, selvi boylum/Üzülme, ömrü yokuşlum/Üzülme.

Uyuyakalmışız. Üşümesin diye üzerine battaniye örttüm. Ben başka bir odada yattım.”

Ferit anlatıyor, ben dinliyordum. Dinledim dinledim. “Ferit, dilekçeni verdin mi?”

“Buradan çıkışta eve gideceğim. İnci beni bekliyor. Dilekçemizi birlikte vereceğiz.”

“Oğlum, bu nasıl bir ayrılık, bu nasıl bir veda? Birbirinizi bunca severken… Birbirinize bunca âşıkken… Bütün mesele bu mu? Say ki kader karşına dul bir kadını çıkardı ve sen onu çok sevdin. Bir dul kadını kabullenmek bu kadar zor mu? Bir erkek, bir dul kadını sevemez mi? Onunla evlenip bir yuva kuramaz mı? Dul olmak, kötü kadın olmak demek midir? Hayatta insanoğlunun başına her şey gelebilir. Annelerimiz, kız kardeşlerimiz de buna dâhil. Önemli olan sevgi değil midir? İnsan olabilmek değil midir? Dürüst olabilmek değil midir? Bütün istismara uğramış kadınlar kötü, bütün istismara uğramayanlar iyi midir? Bu kızcağız hain değil, kötü kadın değil, en yakını tarafından istismar edilip yüzüstü bırakılmış kanadı kırık bir kadın. Zavallı bir kuş, bir çalıya tünemiş. Vicdanına, merhametine sığınmış. Sevdiğin hâlde bir tekme de sen mi vuracaksın? Asıl tekmeyi gururuna vuracaksın. Düşün: Sen, sevdiğin bu kadını bırakırsan, ona başkaları sahip olacak. Bir gün onu başkalarının kolunda görmek zoruna gitmeyecek mi? İnci genç ve güzel bir kadın. Elde sütsüz mü tükenir? Belki de sahipsiz olduğu için rahat bırakmayacaklar, kötü yola düşürecekler. O zaman hiç vicdan azabı duymayacak mısın?”

Hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı. Ağlıyordu.

“Hakkını helal et ağabey. Kafam çok karışık… Aklımla gönlüm arasında en büyük çaresizliği yaşıyorum.”

“Yüreğine sahip çıkamayanlar, başkalarının yüreklerinde ısınamazlar. Namusuna sahip çık. Sana diyeceklerim bu kadar.”

Gitti.

O gün öğleden sonra Ferit’in tren istasyonunda olduğu haberini aldım. “Eyvah!” dedim içimden. Doğruca istasyona koştum. Ferit, önünde valizi tenha köşedeki bankta yalnız başına oturuyordu. Demek bütün ısrarlarım, yalvarmalarım, anlatmalarım boşa gitmişti. Ayrılma dilekçesini vermişti ve gidiyordu. Vermese burada olur muydu? Beni fark edince toparlanır gibi oldu. Ayağa kalktı. Bu arada 16.30 yolcu treni büyük öfkeyle gelip durdu. Vakit o kadar daraldı ki… Yapacak bir şey yoktu. Sözün bittiği yerdeydik. Anlaşılan Ferit yolunu ayırmıştı. Valizini gönlüne koymayıp ben aldım. Son defa sarıldık. Ayrılırken gözlerime baktı. Sanırım bir şey söyleyecekti. Boynu bükük: “Ağabey.” dedi. “İnci’yi size emanet ediyorum.”

Gözlerine hayretle baktım. Söylenecek çok şey vardı aslında. Fakat hiç birini söyleyemedim. Sevmek böyle bir şeydi işte. Yüreğine söz geçirememek… Öfkesine yenik düşse de hep onu düşünmek… Ayrılsa da sevdiği için endişelenmek…

“Ferit, gitmesen olmaz mı? Bir defa da büyük sözü dinle ne olur!”

Kızgın saca su dökülmüş gibi bir çehreyle baktı bana. Öfkelendiği her hâlinden belliydi. Çatal çatal bir sesle haykırdı:

“Sen ne diyorsun ağabey? İnci beni öldürür!”

“Anlamadım. Ne öldürmesi oğlum?”

O katı çehre perde perde yumuşadı. Muzipçe gülümsedi:

“İnci, anneni de yanımıza alalım. Git getir.” dedi. “Üç gün, bilemedin dört gün sonra buradayım.”

Gözlerimde yıldız yağmuru… O devam etti:

“Biz artık üç kişilik değil, belki de dört kişilik bir aile olacağız.”

Sevinçten çıldıracağım.

Necdet Ekici

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler