ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
ESKİCİ
“Eskici!.. Eskici!.. Eskiciiiiiiii!”
“Yurdanur koş, eskici geçiyor. Varsa eski bi şeyler getir veriverelim.”
“Yok baba yok.”
Oysa ki “Var baba hem de ne çok şey biriktirmişiz.” demek isterdi. “Görünürde olmasa da yıpranmış berjerde, rengi solmuş konsolda, tiftiklenmiş halıda, tozlanmış vitrinde kısacası evin her bir köşesinde var bir eskimişlik” demek isterdi. Eski olanın vardır kesif bir acı tozu. Bu toz ki bu evde eşyalardan çok hatıraların, yaşanmamışlıkların, eyvahların, keşkelerin ve belkilerin üzerinde geniz yakan bir şekilde mevcut.
Elindeki; bakla, yarım somun ve bir bardak sudan mütevellit tepsiyle balkona ilişti Yurdanur. Koydu masaya, oturdu babasının tam karşısındaki sandalyeye. “Afiyet olsun babacığım. Sen seversin diye yaptım. Tam mevsimi baklanın” dedi, Yurdanur. Ne mevsimler geçti hezin hezin. Hızlı, kifayetsiz ve birbirinin kopyası mevsimler. Kaçıncı mevsimde yoruldu, kaçıncı mevsimde vazgeçti, kaçıncı mevsimde el etek çekti yaşamdan, kaçıncı mevsimde eskidi bilmiyordu. Bildiği tek şey babasıyla birlikte bu evde kimseye fark ettirmeden usul usul tozlanmışlardı. Bunu babasının yetmiş beşlik yüzünden de kendi içinin hiç bitmeyen hüznünden de anlayabiliyordu. Nice sonra kendisini bir muammaya çeken hercümerç düşüncelerinden sıyrılınca babasının yemekte zorlandığını gördü. Uzanıp tozlanmayan bir şefkatle yemeğini yedirdi, ağzını silip tepsiyi toparladı. Tam masadan kalkacakken babası:
“Hasan yemeğe gelmeyecek mi Yurdanur? dedi. ”Gelmeyecek baba” diye cevap verdi.
Gelmeyecek baba hem de hiçbir zaman. Böyle zamanlarda büyük bir öfke yumağına dönüyordu Yurdanur. “Nereden çıkardın şimdi bunu, neden altı irinli yaramın kabuğu ile fütursuzca oynuyorsun, neden enkaz altındaki yüreğimi hoyratça hırpalıyorsun?” diye söylendi içinden. Lakin gülümseyip içeri geçti. Babasının her yemekten sonra dinlediği Müzeyyen Senar’ın kırkbeşliğini koydu plağa. Kekre bir hüzün, yersiz bir acı geldi çöreklendi içine. Daraldı. Perdenin arasından içeri sızan dolgun ilkbahar güneşi olamazdı onu bu kadar terleten. İnce bir şeyler giymek için odasına geçti. Bluzunun orada olmadığını bile bile komidinin çekmecesini açtı. Hasan’ın resmini fularların arasından çekip çıkardı. Hasan’ın o muzip gülüşü Yurdanur’un gözündeki tozlu bulutları dürtükledi. Zamansız sağanaklar yanaklarından kendilerine yol buldular. Zamansız ayrılığın üzerinden yirmi dört yıl geçmiş hâlâ aynı taze acı aynı yürek yangını… Kızdı kendine, bir daha zinhar ağlamayacağına söz vermişti hâlbuki. Yine tutamadı sözünü. Zaten neyde istikrarlı olmuştu ki? Bastı resmi göğsüne kokladı uzun uzun. “Yurdanur!.. Yurdanur!” diyen babasının sesiyle irkildi. Sildi gözünün yaşını, yüreğinin intizarını elinin tersi ile itip koştu. Babasını tuvalete götürüp getirdi. Koltuğa uzatıp sırtına yastığı, eline de TV kumandasını koydu. Çay koymak için mutfağa uzandığı sırada babası:
“Söyle annene pantolonlarımı eskiciye vermesin, giyecek bir şeyim kalmıyor sonra.” dedi.
”Söylerim baba, kendisinden başka bir şeyi eskiciye vermemesini söylerim.” dedi Yurdanur.
“O nasıl söz öyle, annen hakkında böyle ileri geri latifeler yapma, duyarsa gelir terlikle kovalar seni” dedi ve güldü babası.
Yıllardır bilinci bulanıklaşan babasının yaşadıkları acı kayıpları kabul etmeyişi ve bunu her seferinde inkâr edişi Yurdanur’u ikrah ettirmişti. Artık buna dayanamıyor, zaten zor olan hayatı gittikçe daha da çekilmez hale geliyordu. Babası yeniden üsteleyecek olunca da Yurdanur çığlık çığlığa bağırmaya başladı.
“Yeter artık baba! Yeter kabullen artık ne benim nişanlım ne de senin karın artık dönmeyecekler. Bir flanözdü annem senin gibi bir paşa torununa eş olamadı. Ailen için, işin için, varlığın için seninle zorla evlendirilmiş bir kız çocuğuydu annem. Gözü de yüreği de çocukluk aşkı eskicideydi. Annemin, eskici sevgilisi her buradan geçişinde perde arkasındaki gözyaşlarını da sana olan sevgisizliğini de çok sonraları eskiciyi eve alışını da sen görmedin, görmek istemedin. Çünkü sen deruni bir sevgiyle bağlıydın anneme, sen görmeden, duymadan onun unutmasını bekledin. Ama olmadı baba olmadı. Sergerdan bir sevdayla yirmi beş yıl önce vefalı eşini, genç kızını elinin tersiyle itip eskiciye kaçtı annem, baba kabul et artık.” dedi Yurdanur.
Günün akşama dönen kızıllığı odaya elle tutulur bir keder bırakmıştı. Yüzüne düşen yer yer aklaşan perçemini arkaya ittirdi, gitti babasının ayakucuna ilişti. Koydu kafasını babasının dizine hüngür hüngür ağladı. Nice sonra babasının titrek buruşuk ve kemikli elleri saçlarını okşadı.
“Ağlama kızım annen gitti ama senin dalyan gibi Hasan’ın var. Gelir damadım birazdan” dedi.
“Gelmez baba gelmez. Hasan da gelmez. Evlenip Almanya’ya gidecektik ya, annem kaçınca seni bırakıp gidemeyeceğim için nişanı attım ya baba. Tam yirmi dört yıl önce. Annem eskiciye, Hasan Almanya’ya gitti. Biz de seninle bu konakta yıllardır aheste aheste tozlanıyoruz baba. Sana bunları her defasında boşuna anlatıyorum baba, biliyorum bir iki dakikaya tekrar unutmuş olacaksın. Ama olsun acılar refakat edilince hafifler biliyorum.” dedi Yurdanur.
Saçlarına babasının feri kaçmış gri gözlerinden damlayan gözyaşlarını hiç görmeden…
Sokak lambasının şavkı odanın bir kısmını aydınlatırken, ayın halesi ise bakımsız bahçenin yalnızlığını imliyordu. Yaşlı ve yorgun konağın hiç ışıkları yanmadı o gece. Bunu tek fark eden sokağın köşesinde her gece saatlerce konağı izleyen, yüzü kapalı bir kadın kâğıt toplayıcısıydı.
Emine Peker Şansal