0

KIRAÇ TOPRAKLARIN KIRBAÇ YARASI

Başlığa adını veren mısra, Âşık Reyhani’ye yazdığım şiirimden alınmış bir mısra. Âşık Reyhani’nin şahsında, aslında bütün bir Anadolu’nun kıraç topraklarını ve asırların kırbaç yarasını yemiş, yine Anadolu Türk insanını, yani bizi, yani kendimizi anlatıyordu. Reyhani bizden bir kuşak öncesinin temsilcisidir.

Ben burada daha çok bizim kuşağın hikâyesine dokunacağım. Bizler, yoksul Anadolu’nun kavruk yüzlü çocuklarıydık. Ortak özelliğimiz hepimizin yoksul evlere doğmuş olmasıdır. Yoksulluk o yıllarda sadece fakirlik ile karşılayacağımız bir kavram değildi. Yoksulluk bir kültürdü, “Yoksulluk kültürü.” Tepeden tırnağa her şeyi ile yaşanan bir yoksulluk. Bizler uzun savaş yıllarının, kimi şehit, kimi gazi; kalanlarınsa derin yoksulluk çektiği savaşlardan arta kalan dedelerin torunlarıydık. Onlar çarıklı ayakları ve nasırlı elleri ile sadece var olma mücadelesi veren bir nesil oldular. Sağlam bir imanları ve temiz bir vatan sevgisinden başka hiçbir şeyleri yoktu.

Onlardan doğanlar, yani bizim annelerimiz ve babalarımız, kerpiç evlerden de olsa başlarını sokacak, yurt-yuva kuran nesiller oldular. Yani başlarını sokacakları birer ocak kurdular kendilerince; onların da ayaklarında çarık vardı ve onların da elleri nasırlıydı. Gösterdikleri ağır çabalarla çift-çubuk sahibi olan nesiller oldular. Bizler topraktan başka sığınakları olmayan bu neslin çocukları olarak toprak damlı evlere doğduk. Ben hariç olsam da çoğu ümmi babaların ve annelerin çocuklarıydı.

Ümmilik artık cana tak etmiş olacak ki, istisnalar kaideyi bozsa da çoğu çocuklarını okutmak için can atıyorlardı. Öyle de yaptılar. Bizim nesil okumanın en fazla revaç gördüğü bir nesil oldu. Bu da çok kolay olmadı. Köylerden kasabalara, kasabalardan ilçelere, ilçelerden vilayetlere bir seferberlikti yaşanan. Köylerden şehirlere kopup gelen bu çocukların en büyük sıkıntısı, bugün de halen devam eden barınma sıkıntısı olmuştur. Birçok yatılı okul fırsatı olsa da hepimize yetmediği de bir gerçekti. Çoğu yine köyde bıraktıklarını sandıkları evleri mesken tuttular şehirlerde de, bugün varoş ve gecekondu diye tabir edilen evlere çok benziyorlardı.

Buralarda ikinci bir yoksulluk kültürünü yaşayarak eğitimlerini sürdürüyorlardı. Yatılı okullar ve bu evlerin dışında üçüncü barınma alanı olarak Vakıflar Talebe Yurtları vardı. Her yerde olmasa da birçok yerde mevcuttular. Ben birey olarak bunların birisine kapağı atan şanslılardandım. Bunların dışında barınacak hiçbir yerleri yoktu. Bunların birçoğu yollarda dökülse de birçoğu da yoksulluk içinde ortaokul ve liselerden mezun oldular. Yine benim gibi yatılı okullara kapağı atanlar bir nebze rahat sayılırlardı; yeme, içme, giyinme, yatıp kalkma gibi dertleri yoktu. O günün koşullarında yatılı okullar çok iyi donanıma sahiptiler. Buraları tercih edenler kısa yoldan hayata atılmayı deneyenlerdi, çünkü okumanın tek bir amacı vardı; ekmek parası! Ekmek parası dışında da okumayı amaç edinenler elbette vardı, ama bunlar doğrusu bizi çok fazla ilgilendirmiyordu. Bizim seçimlerimizle, onların seçimleri farklıydı. Biz gitme imkânımız olan çoğu okulların varlığından ve adlarından bile habersizdik. Kısa yoldan hayatı deneylemeyenlerin önünde üniversite okuma fırsatı vardı. Çocuk, üniversite çağına gelmiş ama üniversite ve fakülte arasındaki farkı bilmeyecek kadar da bu yeni dünyadan uzaktılar. Sonunda hayatlarına  mal olacak tuzaklardan da habersizdiler…

Bir ateşe yürür gibi yürüdüler… Onlar buralara doğru yürümeye hazırlanırken kapanlar çoktan kurulmuştu. Yoksulluk yine yakalarını bırakmamıştı, her gittikleri yere yanlarında götürdüler. Bir bölümü çoktan sağ-sol diye taksimatı yapılmış yurtlara yerleşirken, bir kısmını yine yoksul kulübeler beklemekteydi. Okumak, diye gelmişlerdi ama kendilerini çoktan başlamış bir cengin içinde buldular. Bunlara düşen sadece saflarını seçmekten ibaretti. Çok geçmeden saflar belirlendi, silahlar kuşanıldı! Yürüyüşler, boykotlar, bombalar ve bölük bölük ölümler…

Bu yeni dünya hakkında çok fazla bilgileri yoktu, buna fırsat bile bulamadı çoğu, bir yandan hem okullarını okumaya çalışıyor, bir yandan ideolojilerini, bir yandan da savaşıyorlardı! Bu hengâmede çoğu yoksulluğunu bile unutmuştu. Bu kuşağın en büyük özelliği samimiyetleriydi. Her şeyleri tartışılabilirdi ama samimiyetleri asla! Riyası olmayan tek işi yaptılar; öldüler. Burasını daha derin açmak istemiyorum. Bu yazıyı yazmamdaki amacım tam da bu nokta ile ilgiliydi. O gün ölemeyip sağ kalanlar artık yavaş yavaş ölüm çağını yaşar hâle geldiler ve yine ölüyorlar, bu ölümlerin diğerlerinden farkı ecelleri ile ölmeleridir.

Gün geçmiyor ki, bir yerden ölüm haberi gelmiş olmasın. Şimdi yine çoğar çoğar ölüyorlar. Aslına bakarsanız gerçekten çok erken ölüyorlar, geçmişte bıraktıkları hayatlarından hepsinde çok ağır tortular ve travmalar var, ancak bu kadarına dayanabiliyorlar. Kimi melun hastalık kanserden, kimi beyin tümöründen, kimi kalp krizinden; ha bire ölüyorlar. Birçoğu cevabını halen bulamadığı soruların huzursuzluğu ile ölüyorlar.

Hepsine rahmetler diliyorum…

Hayrettin Yazıcı

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler