SEVDA YORGUNU Sevda sana başka ağır Bana başka ağır Dallarındayız Başka başka hayatların Açmayan kuruyan Mevsimler sana başka Bana başka Dallarındayız Kuruyan ömürlerin Bir...
CENGİ
Kara kuru ve cılız vücuduyla Cengi, ayağındaki iki numara büyük çatlak ve patlak ayakkabılarını sürüyerek bir arşın yukarı, bir arşın aşağı dolaşırdı. Neden “Cengi” denmiş, bilinmez. Aslında biliniyor ama belli ki kimse umursamıyor. Ne alacak bir şeyi var, ne de verecek. Avare bir halde ama sürekli bir acele içinde gibi. Bir aşağı bir yukarı, sağa sola, baş aşağı durur; lacivert çizgili ceketini bir ilikler, bir çözer. Önemli olan büyükler gibi, önemsizlere tepeden bakar. Ne kadar iliklese de iki beden büyük pantolonuna kemer olarak geçirdiği ipin uçlarını gizleyemez. Pantolon ve ceket değişse de o ip asla değişmez. Belki de o uzunlukta bir ip bulamayacağına inanıyordur, kim bilir?
Cengi pasaja girdiğinde, kimse kafasını kaldırıp bakmaz. Camların kenarından, gözlüklerin üzerinden, ucu sırtlan ağzı gibi açılmış ayakkabılarından tanırlar onu. Kimse seslenmedikçe bakmaz. Önü iliklenmiş ceketiyle göğsünü kabartarak, kollarını arkaya sallaya sallaya hızlıca yürür. Yosun yeşili gözleriyle ne sağa ne de sola bakar; görmek istemez. Ama bir keresinde, sanki yandan baktığını gördüm. Genelde yukarı bakar ama o an, yan bakışlarını yakalamış gibi hissettim.
Müzikli bir cam fanus gibi üç tarafı vitrin camlarıyla çevrili pasajda, bir gün dükkânıma geldi. Orhan Gencebay’ın kasetlerine uzun uzun bakıyordu. Hepsini çok sevdiğini belli ediyordu; içlerinden birini dinlemek istedi. Cihaza taktım, “Seviyor musun?” diye sordum. “Seviyorum,” dedi. İlk kez sesini duymak benim için oldukça heyecan vericiydi. Orhan Gencebay’dan bahsedeceğini düşünürken, “Aysel çok güzel,” dedi. “Aysel mi?” dedim. Yosun rengi gözlerinden sanki ateş fışkırıyordu. “Abla, kimseye söyleme, babası döver beni,” diye tembih etti. “Aman Cengi, Aysel’i hiç tanımıyorum. Ayrıca böyle şeyler söylenmemeli. İnsanlar dedikoducu der, sen kaseti alacak mısın?” İşaret parmağını kaşının üzerine götürüp düşünüyormuş gibi yaptı; belki de düşündü. “Alırsam çorba parası kalmaz” dedi, kısık bir sesle. “Sen kaseti al, ben çorba parasını veririm,” dedim. “Sana da yazık olur” dedi, gözlerimin içine bakarak. “Hayır, olmaz,” dedim gülerek. Aslında bu dükkânı almak istiyorum ama işler pek iyi gitmiyor, diyerek koca bir kahkaha attı. “Senin bir işin var mı, Cengi?” diye sordum. “Var tabii,” dedi. “Nedir işin?” diye merakla sordum. “Mezarlıkta tahta taşıyorum, mezar kazıyorum,” diye yanıtladı. “İşler kesat demek, ölümler mi azaldı?” dedim. “Evet, bu aralar fazla çıkmıyor,” dedi.
Ölmüyorlar diye üzülen Cengi ile sohbet birden iç karartıcı bir hâl almaya başladı. Kaseti alıp çorba parasını da cebine atan Cengi, mutlu bir şekilde pasajdan hızla çıkarken ben de derin düşüncelere daldım. “İşler pek iyi gitmiyor,” dedim kendi kendime.
Cengi’nin hikâyesini öğrenmek için içimdeki heyecana engel olamadım. Birkaç dükkân komşumla konuşmayı denedim. “Cengiz abi bırak şu deliyi, geçen gün terlikle kuzenini perişan etti,” dedi. Filiz abla, “aklı kıt, bize ne,” diye yanıtladı. Terzi Recep ise, “anası küçükken bu çocuğu çok dövmüş, yazık garibana,” diyerek kafasını dikiş makinesine gömdü. Kimse pek umursamadı. Ancak ben net bilgiye ulaşmam gerektiğini düşündüm ve merakım daha da arttı.
Aklıma Cengi’nin çocukluğunda komiserlik yapan Mithat amca geldi. Mithat amca deyince aklınıza tonton birisi gelmesin. Mithat amca, bir buçuk metre boylarında, sert mizaçlı, kara suratlı bir adam değil; tam aksine, doksan yaşlarında bir çam yarmasıydı. Namı diğer Polis Mithat. Seksenli yıllarda “Polis Mithat geliyor!” dediklerinde, şehirde kimse kalmaz, herkes evlerine kaçarmış. Şehrin ortasındaki cezaevinin önündeki çeşmede iki suçlu infazında bulunmuş. Mithat amca arada bir dükkâna gelir, çayımı içerken eski günlerden bahsederdi. Anlatırken böbürlenir, bir yandan da gözleri dalar, yaptıklarına kendisi bile inanamazmış gibi derin bir hüzünle konuşurdu.
İki laf etmek ve Cengi ile ilgili sorular sormak için oğlunun dükkânında bulacağını bilerek yanına uğradım. Çaylar eşliğinde ticaret ve gündemdeki konular üzerine sohbetimiz derinleşti. Sohbeti geçmişe doğru kaydırırken “Mithat amca, sana bir şey soracağım,” diyerek konuya girdim. “Bu bizim Cengi neden bu kadar tuhaf? Hem aklı yok gibi hem de bir yandan da zeki.” “Cengi” diyerek derin bir nefes aldı. Aklı biraz karışık gibi görünüyordu. Uzaklara dalmışken birden lafa girdim. “Doğuştan mı böyle, ailesi var mı mesela, kimin nesi?” diye sordum. Mithat amca, çayının içinde sürekli duran çay kaşığını kullanarak çayını yeniden karıştırdı ve bir yudum aldı. Sırtını sandalyeye yaslayarak, “Tabii ki ailesi var. Hatta annesi de hayatta. Kusuru doğuştan değil. O olay olmasaydı keşke. Yakışıklı bir çocuk,” diyerek gülümsedi. Şaşırarak “Mithat amca, ne oldu?” diye sordum. “Küçükken bir kıskançlık yüzünden çocuğu mahvetmişler. Kuzeninin doğuştan aklı eksikmiş. Yedi sekiz yaşlarındayken, amcası ayaklarından ipe bağlayıp kuyunun içine baş aşağı sarkıtmış. Bir gece orada bırakmış, vicdansızca. Kendi oğlu deli ya, Cengi’nin de öyle olmasını istemiş. Bu arada, gerçek adı Ahmet.” dedi. “Olay gerçekleştiğinde ben karakoldaydım. Amcası oldukça ağır bir ceza aldı. Ama bana kalsaydı, o adamı aynı şekilde kuyuya atıp bekletirdim.”
Sohbetin sonunda içimi garip bir hüzün kapladı. Mithat amca geçmişten hikâyeler anlatmaya devam ederken, insanın ismini bile unutturacak olan insanlık dramını derin derin düşünmekten kendimi alamadım.
Ferda İnanoğlu