KORİDOR Çift sıfır yirmi dokuz Saniyeye bakmadım Hacettepe koridoru, ikinci kat Manyetik tınlaşım görüntü odası Ölgün bir ışık, birkaç solgun yüz...
MANASTIR
Çalılıklar, fundalıklar, harap zeytinler arasından yamacı aşmalıydı. Koşmalıydı. Kaçmak değildi bu. Bu düpedüz can pazarında canını kurtarmaktı. Hissettiği en yakın duygu acı. Tabanları sızlıyordu. Dilim dilim olmuştu ayaklarının altı; durup da bakamamıştı. Kayaçlar bir jiletten daha keskin; onulmaz yaralar açmıştı. Denizden esen yel toprağa ulaşınca tuzlaşmıştı. Bastığı her adımda yangısı ciğerine vuruyordu. Dağlanmıştı.
Gün ağarmaya yakın. Yamaca ulaşınca bir gönül tesellisi buldu. Rüzgâr durmuştu. Ayaklarına geçirdiği deri sandaletlerin tokaları kopmuştu. Tabanları kesilmiş; âdeta ayak tabanı altlık olmuştu. Bundan sonrası için yalın ayakla ilerlemek ile ayağına bir şey geçirmek arasında fark yoktu. Acı belki de yalnızca ayak tabanında değildi. Acı bütün bedenine bir kanser hücresi misali arsız ve umarsız yayılmıştı.
Bunaltı çöktü. Hâkim havasıydı buraların. Çaresiz boyun eğerdi insan. Doğayla savaşanın galip geldiği görülesi değildi. Kavruk teninden aşağı sicim gibi damlalar iniyordu yerçekimine doğru. Siliyordu bir yandan terini. Bir yandan bir su damlası için çoğu şeyi feda edeceğini düşledi. Ne kalmıştı ki geriye?
Yürüdü yalın ayak. Yamacı aştı. Artık köyden oldukça uzaklaşmıştı. Rüzgâr durmuştu. Gönül tesellisini bulmuştu. Gün ağarmıştı. Birazdan herkes işine koyulacak, hayatın içinde gündelik telaşları ile yoğrulacaktı. Ve bir çoban çoktan uyanmış olacaktı. Konaklıktan çıkıp ilk önce çayırı sonra fundalıkları ardından dağların süsü harap zeytinleri aşıp sürüyü yayacaktı. Bir ağıt tutturacaktı. Azık çantasını açacaktı. Ne varsa yiyecek, yerken de alabildiğine uzanan yeşilliği izleyecekti. Bu sene kuraktı. Yeşil mevsime göre sarıya çalıyordu. Yağmur yağsa belki köylü şenlenecek bir adak adayacaktı. Köylü Tanrı için adak adayacaktı. Adak yağmuru getirecek, köylü şenlenecekti.
Çoban uyandı. Sürüyü önüne katıp yollandı. Ağıt yakmadı, azık çantasını açmadı. Ne köylünün hasadını düşündü ne de aklına adaklık geldi. Ama yamaca ulaşınca ardında kalanlara baktı.
Boğazı kurudu. Bedenini yalayan bir sıcaklık vardı. Bedenine yaklaşan bir sıcaklık. Bu kimi akşam bir iki odunla yakıp ısındığı ateşin; dizlerine, ayaklarına vurması gibi değildi. Cehennem huzmesinin dünyadaki yansıması. Düşteydi. İnanç yoksunluğu tecelli etmişti. Hüküm verilmişti. Bekliyordu yanmayı dünyadan götürdükleri ile. Boğazı daha da kurudu. Burnuna çöken baskın hava nefes almasına müsaade etmiyordu. Keskin is ve duman. Düş değildi. Uyandı.
MS 1000’li yıllar. Manastır tüm ihtişamı ile keşişlerini topluyor. İkizler için annesi bu işe gönüllü. Gitmeliler manastıra. Kendilerini, ruhlarının kefaretini vermeliler. İstemiyor bir diğeri. Ha keşiş ha çoban. Peygamberler de çoban. Anne ikna olmuyor. Gücü kuvveti yerinde bir çobana ihtiyaç yok. Güderim ben, sen bizi -bu günahkâr varlıklarımızı- affettirmenin kapısını aç. Yalvarırım evlatçığım, yaşlı anneciğini gözyaşlarına boğma.
Çoban bugün her gün gördüğünden farklı bir manzara ile karşılaştı. Manastır yanıyordu. Yanmıştı çoktan. Yanan manastırdı. İkizi düştü yüreğine. Yamaçtan aşağı manastıra doğru koşmaya başladı. Koştukça yaklaşan isin karalığı yüzüne gözüne bulaştı. Köylü feryat figan. Eline tasını alan su yetiştirmekte. Yangın belli ki büyük. Yakmış.
Bir kadın ağlıyor. Tanıdık bir ses. Tanıdık yakarış. Anne. Anne manastırdaki keşiş oğluna ağlıyor. Onu arıyor. Onca can içinde oğluna yanıyor. Kimi çıkmış içinden bir köşeye düşmüş fersiz. Yakınını bekliyor. Su getireni oluyor. Başında duranı. Seferber oluyor herkes. Bu senlik benlik davası değil. Kutsalın zede alması, inananın mağdur olması.
“Ateşin içinden geçtiğinizde, kavrulmayacaksınız ve alev sizi yakmayacak.”[1]
Geriye manastırın külleri kalmıştı. Kendinde bir şeycik yoktu. Ama o cehennemden kaçmayı nasıl başardığına kendi de inanamıyordu. Uyandığında bedenine yaklaşan alevleri hissetti. Aynı odayı paylaştığı kesişlerden ses gelmiyordu. Bağırdı kuvveti yettiğince. Boğazı kurumuştu. Yattıkları hasır yataklar birer ateş beşiğiydi. Alevler odaya ulaştığında kurtulmaları mümkün olmayacaktı. Bir an önce kaçmalıydılar. Ama arkadaşlarında hareket yoktu. Odada göz gözü görmüyordu. Pencereye yeltendi. Alevler manastırın girişinden yukarı doğru yükselmekteydi. Yatağının üstündeki şilteyi, eline geçirdiği bezleri birbirine dolayıp pencereden salladı. Bedenini sarkıttı. Birkaç metre kala bezden ipi bitiyordu. Çare yok atlayacaktı. Atladı. Yer pamuktan bir döşekti sanki. Bedenini incitmedi. Durup düşünmeye, çevreye bakınmaya niyeti yoktu. Kaçacaktı oradan, can pazarından.
“Bu nedenle lanet tüketmeye devam ediyor ve sakinleri suçlu ilan ediliyor. Dahası, yeryüzü sakinleri alevler içinde ve çok az insan kaldı.”[2]
Sesler yükseliyordu. Acı çığlıklar. Aman dileyenler. Herkes canıyla derde kalmıştı. Bu yangın da nereden çıkmıştı? Kutsalın yanması dahaca etkiliyordu insanı. Kaç keşiş vardı manastırda. Kervansaray misali misafir ağırladığı da çoktu. Kim kurtulmuştu kim kalmıştı bakamadı. Dağa doğru koşmaya başladı. Manastır dağa yakıncaydı. Köylerine uzak. Ancak öte yamaçtan görünürdü.
“Ateş gökten indi ve onları yuttu.”[3]
Anne ağlıyordu. Oğul, oğul. Çoban oğlu yanındaydı, dizinin dibinde yas ortağı. Manastırdan çıkarılanlar bakılamayacak hâldeydiler. Yangın gecenin bir vakti keşişleri uykularının en tatlı yerinde yakalamıştı. Kimi uykusunda dumandan etkilenerek ölmüştü. Kimi kaçmaya çalışırken manastırın ahşap bölmeleri üstlerine düşerek yaralanmış ve yanmışlardı. Yangının önü alınamamıştı. Sağ çıkan bir elin parmağını geçmemişti. Ananın keşiş oğlundan bir iz yoktu. Çıkan cansız bedenler tanınamaz hâlde olsalar da yakınları teşhis etmek istedi her birini. Bir mezarı olsun istiyorlardı. Sevdiklerinden kalan bir şeyler arıyorlardı.
Keşiş bitkin bir hâldeydi. Rüzgârın dinmesi yangını biraz olsun durdurmuştur diye sevinse de göğe yükselen kara bulutlar sevincini gölgeliyordu. O an ve ondan sonra kendi ile kalmış olmak nedensizce iyi geldi. Köye dönmeyi, anasına ikizine kavuşmayı düşlemedi. Köyüne doğru koşmadı. Dağlara doğru koştu. Oysa belki de kalıp manastırdakilere yardımcı olmalıydı. Belki kendi gibi hayatta olanlar da vardı. Birine nefes olmak elinden gelmez miydi?
Kara yazı, kara ağıt, kara gün. Toplu mezar açıldı manastır ile köyün arasına. Bulunanlar bulunamayanlar bir bir defnedildi kimi uzuv ve eşyaları ile. Analar karalar bağladı, ağıtlar yaktı. Ama keşişin anası yüreğine oturan taşı kaldırıp da bir yere koyamadı. Öldü dese ölmüş değil. Kaldı dese kalmış değil. İkizi de kardeşceğizinin böylesi kaderine isyan edip gözyaşı döktü.
“Herkesin yaptığı iş belli olacak, yargı günü ortaya çıkacak. Herkesin işi ateşle açığa vurulacak. Ateş her işin niteliğini sınayacak. Bir kimsenin inşa ettikleri ateşe dayanırsa, o kimse ödülünü alacak. Yaptıkları yanarsa, zarar edecek. Kendisi kurtulacak, ama ateşten geçmiş gibi olacaktır.”[4]
Manastırdan geriye taş duvarları, yanık ahşapları kaldı. Yangının sebebi araştırılmaya başlandı. Yangın giriş katında çıkmıştı. Giriş katında dersliklerin bazıları ve yemekhane vardı. Keşişler manastırda kendi işlerini kendileri görmekteydi. Biri mutfaktaki ocağın ateşini söndürmeden uyuyakalmıştı. Ateş bir kıvılcıma bakmıştı. Oradan alev alıp her yanı sarmıştı. Olası görünen buydu. Başrahip de bu kanıyı destekleyip o gece mutfak görevlisinin kim olduğunun peşine düştü.
“Ve Rab, geceleyin onlara ışık vermek için bir ateş sütunu içinde önlerinde yürüyordu.”[5]
Keşiş, doğada olmanın her şeyden önce yaşıyor olmanın Tanrı tarafından sunulan bir hediye olduğunu düşündü. Manastırda çekildikleri inziva mahzenleri burada mağaralardı. Dağların dilini bilirdi. Aslı bir çobandı. Anası bıraksaydı hep çobandı. Gönlünü kırmamıştı. Kardeşi ikna olmuyordu o ki kendi gitmeliydi. Pişman olmamıştı da. Manastırın o mistik havası kendine iyi geliyordu. Dingin bir ruh hâli hâkimdi. Tanrı’ya yakın olmak, varlığının borcunu ödemek iç huzurunu sağlıyordu. Günleri öğrenerek geçiyordu hem. Rahiplerden dinledikleri çoğu şeyi gece yatağına çekildiğinde sorguluyordu. Kimi zaman çıkmaza varıyordu. Açıklama getiremeyince düşünmeyi bırakıyordu.
“Dil de vücudun küçük bir parçasıdır, ama büyük iddiaları vardır. Küçük bir alevin nasıl kocaman bir ormanı alevlendirdiğini düşünün.”[6]
Yangının soruşturması karara bağlanmıştı. Suçlu ikizlerin keşişiydi. Başrahip yangın gecesi odasında canlı yahut cansız bedenine ulaşılamayan ve dahi o gün için mutfaktan sorumlu bahsi geçen keşiş -araştırmalarınca gösterdiği- tarafından manastır kundaklanmıştı. Bu kasıtlı ve planlı bir cinayetti düpedüz. Manastırda yangın çıkartıp üstelik kaçmıştı. Hiçbir surette izine rastlanmamıştı. Hüküm verildi. Tez bulunması ve idam fermanı.
Ana evlat derdine düşmeyi bıraktı. Hükmün, kararın; asılsız, soruşturmasız, dayanaksız olmasına göz yumamazdı. Evladı böyle bir şeyi asla yapmazdı. Diyelim yapmıştı. Bunu kanıtlayan deliller olmalıydı. Delinin kuyuya attığı taşla, baş gidiyorsa delinin de inananın da hâli harap demekti. Direndi. Bir kendi, bir çoban oğluyla direndi. Yargı namına çalacak kapı mabet temsilcilerinden geçiyordu ya kime ne diyecekti? Halkı, köylüsü manastırda yanan canlarından onun oğlunu mesul tutup evini yağmaladılar, taşladılar. Yılmadı.
Keşiş dönmeyi bir an düşünmedi. Topladı, avlandı, sığındı hayatını bir şekilde devam ettirdi. Manastırdaki yangından sonra varoluşa, insanlara ve kulluğa dair düşünceleri demlendi. Zihni berraklaştı. Ezberi açıldı. Bedeninin parçası misali taşıdığı kutsal kitabı kaçarken yanındaydı. Yoldaşı oldu. Okudukça arındı. Arındıkça teslim oldu.
Bir gece yaktığı ateşi yağmurun çisentisi söndürdü. Uykuya daldı. Evleri yağmalanıyor; annesi, ikizi taşlanıyordu. Elleri, yüzleri kan revan içinde. Bir ağızdan bağırıyorlardı: Katilin anası, katilin kardeşi. Katil! Uyandı. Yağmur şiddetini artırmıştı. Bu rüya bir işaretti belli ki. İnziva vakti dolmuştu. Yurduna, ocağına gitmeliydi. Toplandı. Manastırdan kaçar gibi köye koşar adım yağmurun sert damlaları eşliğinde gitti.
Köylerinin girişinde duran birkaç adam vardı. Manastır yangınından sonra belli ki köyde değişen şeyler olmuştu. Kim olduklarını seçemiyordu. Yaklaştı, selam verdi. Onlar selam almazlardı. Aradıklarını bulmuş olmanın sevinci ve içlerinde sönmeyen öfkeyle yaka paça yapıştılar keşişe. Hiç hayra alamet değildi bu yaşananlar.
“Yaptıklarını biliyorum. Ne soğuksun, ne de sıcak… Çünkü ılıksın… Seni ağzımdan kusacağım.”[7]
Meydana idam sehpası kuruldu. Keşiş iki adam nezaretinde getirildi. Köylü etraflıca seyirlik alanda gibi konuşlandı. Kiminin elleri taşlıydı. Galeyana gelenler bir iki taş atıp keşişi yaralamayı istiyordu. Görevliler buna müsaade etmedi. Cellat tezgâhını kurmuştu.
İkizi permeperişandı. Anası bunca zulme boyun eğmenin, onları sevindirmenin yersiz olduğunu bildiğinden dik durmaya çalışıyordu. Gözleri oğlundaydı. Oğlu ile bir kez konuşma fırsatı bulmuştu. O manastıra bıraktığı toy çocuk değildi. Manastır yangını sonrası âdeta gerçek bir keşiş olmuştu. Verilen hükmün, çekilen acıların, yıkılan evinin, gidecek oğlunun onda bıraktığı hisler bambaşka idi. Bu halk peygamberi taşladı, çarmıha gerdi. Kendi oğlunun başını alacaktı, çok muydu?
Keşiş kalabalığa baktı. Hırstan ve kötülükten kararmış yüzlere, ağzı bozuk, ağzı salyalı yüzlere. Kime neyi ispat edebilirdi? Anasına baktı. Vakar duruyordu. İkizine baktı, içi dağlandı. Onun manastıra gelmeyişine, yangın günü orada olmayışına bir kez daha sevindi. Kendi gitse anasına bir yoldaş kalacaktı.
Vakit geldi. Ferman okundu. Bir ah duyuldu.
“Ben yeryüzüne ateş atmaya geldim. Keşke ateş çoktan yakılmış olsaydı!”[8]
Aslıhan Avcı
[1]Kitabı Mukaddes Şirketi, Kutsal Kitap: Eski ve Yeni Antlaşma (Yeni Çeviri) (İstanbul: Kitabı Mukaddes Şirketi, 2002), Yeşaya 43:2
[2] Aynı Kaynak Yeşaya 24:6
[3]Aynı Kaynak Vahiy 20:9
[4] Aynı Kaynak Kor. 3:13-15
[5] Aynı Kaynak Çıkış 13:21
[6] Aynı Kaynak Yakup 3:5
[7] Aynı kaynak, Vahiy 3:15-16
[8] Aynı kaynak, Luk. 12:49
