0

 

Olduğumuz her şey düşündüklerimiz ve düşünmüş olduklarımızın sonucudur. Buddha.

 

Sıkıntı hissediyordum. ‘Var olmanın tek kaynağı ve tek türediği yer sıkıntıdır’ derdi birisi, ne zaman rastlamıştım haberim yoktu ama emin olduğum bir şey vardı, o da günün birinde kıyamet kopmak üzereydi. Veya ben buna inanıyordum. İnsanların içini sıkıntı kaplıyordu da İnsanlar neredeyse yaşama ümitlerini kaybediyorlardı. Bu zamanlar o kadar anormaldiki hakkında iyi bir yorum yapan çok az insan olmuştur. Yazı aşırı sıcak, kışı aşırı soğuktu.

 

İşte o günler gelmişti haberi biricik oğlumun. Bir terör saldırısına maruz kalmıştı da ölmüştü. O günler yaz diye aklıma kazınmış. İlk başta inanamamıştım. Ama kısa süreli bir baygınlıktan sonra tekrar döndüğüm de “Sahi mi?” diyebilmişim. Haykırma eşliğinde gelen bu haber, kuru bir tütünün tattırdığı acımsı bir tada benziyordu. Sanki tattan yoksun bir meyvenin tadı vardı onda. Veya kanser olan bir bedenin acısı vardı belki de.

 

Bütün bunlar ilkin, kişinin arkasında bıraktırdığı geçmişinin akıl almaz bir şekilde akılda tekrardan canlanmasıyla neticelenirdi. Geçmiş veya hatıralar, tekrardan bilinçaltında yaşanmaya başlardı ve insanın gözünün önünde belirirdi de insanın gözyaşları ile tekrar tekrar depreşirdi. Artık tek bir şey kalırdı bireyin arkasında, ‘Geçmiş’ i.   Çünkü “şimdi” geçmişin tortusudur. Şimdinin yaratıcısı geçmiştir.   

 

Geçmişin her defasında tekrarlandığından bahseder bir kesimler ve buna déjà vu derler. Olaylar o kadar birbirine benzer ki insan bundan korkmaya başlar. Gideceği ne birisi, haykıracak ne de sesi vardır artık. ‘Sahi gerçek midir bunlar yoksa sadece bir inanış mıdır?’ der yürekleri. ‘Eğer sahiden her seferinde geçmiş ardı sıra tekrarlanacaksa bu şamata da neyin nesi?’ der içlerinden bir ses.  Zamanın devinim içinde olması gerekmez miydi? Peki bireylerin zaman karşısında intihar etmesi ne olacak? Bu sadece bir zafer midir? Çünkü zamanı durdurur ruhları. Yoksa karanlığı hiç hissetmemiş ve alışık olmayan ruhlar için sahte bir hapis mi?

 

Çünkü geçmiş zaman ne şimdiki zamandır ne de gelecek zamandır.  Şimdi geçmişten izler taşır. Geleceği de bilemeyeceğimize göre sadece hayal kurmakla yetiniriz. Hayal kuran bir kişi, eğer aklındaki hayali gerçekten elde etmiş gibi bir tiyatroculuk oynarsa insanlar gerçekten inanmaya bile başlar.

Çocuğumun ölümünden sonra hayal kurmayı hiç beceremedim. Öyleyse belki de bu saatten sonra saçma sapan hayatı yaşamayı sürdüreceğim. Zincirlerimden kurtulup da özgürlük, uğruna savaşamayacağım belki. Geçmişe takılıp kalmak ve geleceğimi çizememek, hayal kuramamak, kötülük içine kenetlenip kalmak, haykıramamak, özür bile dileyememek kalbini kırdıklarımdan. Bundan daha kötüsü ne olabilir ki? Benim onurum nerde kalır bunları yapamazsam. Beni telafisi mümkün olan hadiselerden kurtulup bir an önce onu tamir etmem gerektiğinin farkındayım.  Ama ‘gerçek’ bir dozer gibi önümde duruyor, gecekondulaşmış bedenimi yıkıp beni silmek istiyor. Halen daha geçmişin esareti altındayım. Gerçek tüm çıplaklığı ile karşımda beliriyor.

 

Oğlumun ölümünde elli beş yaşındaymışım, Zaman ne de çabuk geçiyor yaşadığım yerlerde bir bilseniz. Doya doya geçmiyor üstelik bu zamanlar. Sahte ve adeta komik bir şekli var yaşantımın. Bedavaya fal baktırmayan falcıların sertliğinde bir kabalık var asaletimde. Yumuşaklığı sevemiyorum. Beni dik duruşlu olmaya zorlayan iki evlilik geçirdim.

 

Eskiden insanları fazla sevmeyen, arkadaşlarım gezer tozarken kendi evde kalıp insanlarla üç beş kelam edip, ardından da kütüphanesinde en sevdiği kitaplarla baş başa kalan biriydim. Okuduğum kitapları bir kez daha okurdum. İnsan yıkandığı nehirden bir kez daha yıkanmaz der bir feylesof. Haklı mıdır bilinmez ama benim hayatım insanlığın ve Ademoğlunun deyimiyle sadece saçmalık ve gerçek dışılıklarla doluydu. Hayatında hiç abdest almayan, namaz kılmayan birisinin ilk deneyimindeki şaşkınlık gibidir benim hayatım. Sahici misin? Gerçekten mi? dedirtir insana. Ama gerçeği çiğnemek halıyı çiğnemeye benzemez. Esas büyüklük gerçeğe karşı boynu büküklükten gelir.

 

Oğlumun ölümü karşısında boynu büküklük hissedebilirdim ve çareyi yeni bir hayata başlamakta bulabilirdim. Ama sanırsam, yeni bir hayata başlamaktan ziyade eski hayatı özlemekle ve hüzünlenmekle geçiyordu zamanım.. Geçmişin tortusunu ‘şimdi’ gibi hissediyordum. ‘Şimdi’ tüm geçmişin birikimlerini yansıtabildiğim, haykırabildiğim yegâne durak gibi geliyordu. Geçmişe olan özlemimi, pişmanlıklarımı, yapamadıklarımı bir bir ve sürekli depreştiriyordum. Bu hareketi yaparken, iyi anıların yanında kötü anıları da depreştiriyordum. Yani bir nevi geçmişin hatalarını, kıskançlıklarını, kötülüklerini tazeleyebildiğim zamandı şimdi.  Aslında şimdinin bir anlamı yoktu. Sadece geçmiş önemliydi. Çünkü şimdi geçiciydi. Oysa asırlık bir fotoğrafın bıraktığı etki o kadar doluydu ki insan o ana gidip, geçmişin tiyatrosunda oynamak istiyordu,  Bu nedenle geçmişte saplanıp kalınıyordu. Ancak yanılıyormuşum.

 

Oğlumu kaybettiğimde çok yalnızdım. Bir tek oğlum beni anlıyordu. O yüzdendir belki arkasından ağlamak. O yüzdendir belki zaman kavramı ile birlikte ip atlamak, onunla köşe kapmaca oynamak. Geçmiş ile şimdi ve gelecek arasındaki raksı ortaya çıkarmak.  Ve o yüzdendir belki de her akşam ölüp her sabah tekrar dirilmem. Bulmacaların ortasında ağlamak, kötülük işleyememek, kandırılmak, korkmak, hep bu yalnızlıktan gelirdi. Her gün oğlumun en sevdiği çay ocağına gidip onun arkadaşları ile sohbet etmem, onlara oğlumun hiç bilinmeyen özelliklerini anlatmam, onların da çok hoşuna gidiyordu. Belki de oğlumun bu sıralar en çok yapmak istediği şeylerden olan, bir bağış kurumuna yardım etmek, üç tane fakir ailenin bütün ihtiyaçlarını karşılayıp, en sevdiği arkadaşının mezarını ziyaret etmek işlerini tek tek yaptığımda çok mutlu olmuştum.

 

Geçmişte’ her daim bardağın boş tarafını görmeye iten bir yakarış vardır Çünkü geçmiş insanın yapamadıklarıyla doludur, insan ise sınırsız bir arzunun peşindedirler. Hiç bir umut, bomboş bir şişe sunamaz insana. Sınırını insanın nefsi belirler. Gelecekteki hayaller geçmişin boşluklarını doldurmaya yeter de artar bile. O yüzden umut insana tatlı gelir, hayal kurmanın ayrı bir yeri vardır insanda.

 

Geçmiş günlerin bir daha gelemeyeceğini düşünmek insana gerçek bir ızdırap veriyordu. İnsan çektiği ızdırap kadar özgürdür. O yüzden ızdıraplarımı kendi yaşam kutumun içinde saklıyordum. Her an lazım olabilir diye yanımda taşıyordum. Bir gün onlar o kadar çok biriktiler ki kederden mütevellit ölmekten vazgeçtim. İntiharımı engelledim. Çünkü şimdi farkına varmıştım yaşamanın.

 

Çünkü hakikatte hayal kurmanın zamanı olmaması lazımdı. Çünkü bir şeyin kaderi halen kesinleşmiş değildir. Ölene kadar o canlının geleceği uğruna hayaller kurulabilirdi. Hayal kurmanın yaşı, cinsi yeri ve zamanı yoktu. Oysa geçmiş ve şimdi sadece tek bir şekilde yaşanırdı ve ona itiraz da edemezdiniz. Ve bir bilge şöyle der: “Aynı nehirde iki kez yıkanılamaz.” Çünkü zaman bir kez yaşanır. Zaman bir aldanmadır. Zaman bir kuyudur, içine düşeni yutar. Ayrıca Zaman bir yokuştur, alışınca rahat çıkıp inersiniz. Zaman bir kapalı kutudur, içinde saplanıp kalabilirsiniz. Zaman bazen ikiyüzlüdür, ilk önce alır sonra verir. İlk önce verip sonra aldığı da olur. Zaman onu bir zamanın içine sıkıştıramayacağınız kadar engindir. Ve hayal bir haykırıştır geleceğe.

 

Dünyanın en büyük köleleri geçmişe saplanıp kalanlardır. Bu kişiler, aksiliklerin düzeleceğine, her gün yeni bir güne kucak açılacağına, her şeyin yavaş yavaş düzelmeye mehilli olduğunu ve gelecek zaman içinde her şeyin belli olacağına inanmazlardı. İyilik ve kötülüklerin, fesadın, fitnenin, kıskançlığın, düşmanlığın zamanla açığa çıkacağına inanılmalıdır. Ve her şeyi zamana bırakmalıdır. Zaman her şeyin ilacıdır.

 

Gelecek bizim en önemli kozumuzdur. Bu koz öyle bir kozdur ki, evrenin bütün yasaları bunda birleşir. Bir kişi bir şeyi isterse ona ulaşmış gibidir. Veya zaten ulaşmıştır.

 

Oğlumun ölümünden beş yıl geçti. Ben de altmış yaşıma bastım. Artık onu özlüyorum ama onun varlığı ile bu sonsuz evrende bir yerlerde muhakkak karşılaşacağımıza inanıyorum. O yüzden geleceğimden umutluyum. Eğer ölümü bu kadar abartsaydım, yani geçmişe saplanıp kalsaydım bu acıdan kurtulamazdım. O yüzden zamanın kölesi olmadım. Gelecek güzel günlere odaklandım. Böylece kendimi sevindiriyordum, kendimi diğer insanlardan daha şanslı hissediyorum. Ve bahtiyardım gelecek güzel günler için. Geçmişin ve şimdinin içinde kendi dünyamı, kendi müziğimi, kendi tiyatromu, vicdanımın elverdiği ölçüde şekillendirebiliyordum. Zaman karşısında ilk kez böyle kesin ve net bir şekilde zaferimi elde etmiştim. Şimdi çok mutluydum. Şu an, tam da şu an, ne geçmişimi düşünüyor, ne de ne olduğumu düşünüyordum. Sadece yeni doğmuş bir bebek gibi masumluğa uyanmak istiyordum.

Semih Bülbül

Leave a Comment

İlgili İçerikler