0

1968 yılının haziran ortalarıydı.

Sabahın saat yedisinde görevini devralan Cavit Bey, ilk iş olarak çardaklı kulübenin arkasındaki kömürlüğe koyduğu teneke süzgüyü alıp suyla doldurdu. Önce çardaktaki çiçekleri, kulübenin penceresindeki fesleğenleri, sonra da kulübenin önünü suladı. Sulama işini bitirdikten sonra kulübeye girdi. Tahtadan yapılmış küçük, gri renkli masanın üstünde duran sarı pirinç gövdeli, üç ayaklı gaz ocağını yerinde sarsarak içinde gazyağı olup olmadığını kontrol etti. Yeterince gazyağı vardı. Sıra, ocağı yakmaya geldi. Kulübe kapısının sol üst köşesindeki küçük rafa koydukları ispirto şişesini aldı. İspirtodan bir miktar ocağın ateşleme haznesine döktü, ardından benzinli çakmağıyla ateşledi. Yanan ispirto bitmek üzereyken, pirinç gövdenin üzerindeki pompayı hızlı hızlı pompaladı. Ocağın başlığı alevlendi… Mavi alevler çıkaran başlık yılan gibi ıslık çalmaya başladı. Çaydanlığı alıp su doldurdu geldi. Ocağın üstüne oturtacağı sırada ocağın sesi değişmişti… Kesik kesik patlıyordu. Az sonra ocak söndü. Anlaşılan o ki memenin başı tıkanmıştı. Elindeki çaydanlığı masanın üstüne koydu. İnce çelik telden yapılmış meme açacağıyla memenin ucunu birkaç kez dürttü. Açılan delikten gaz püskürmeye başladı. Hemen çakmakla ocağın başını ateşledi… Ocağın sesi yine eski hȃlini aldı. Sonra çaydanlığı üstüne oturttu…

Sıcak, sabahtan bastırmıştı.

Kulübeden dışarı çıktı Cavit Bey. Sırt kısmı duvara dayalı tahta sandalyeyi alıp altına çekti. Bu arada, terden ve tozdan kirlenen gözlüğünün camını da kravatının ucuyla sildi. Sandalyenin üstünde arkaya doğru kaykılarak pantolonunun saat cebinden çıkardığı Serkisof marka cep saatine baktı: 08.12’yi gösteriyordu. “Sabah sabah bu sıcak pek hayra alamet değil, Allah hayra çıkarsın. Deprem sıcağı mıdır, nedir bu?” diye mırıldandı. Sıcaktan ensesi terlemişti. Elleriyle gömleğinin yakalarından tutarak arkaya doğru havalandırdı. Alnının ve yüzünün terini mendiliyle sildi, sonra onu özenle katlayıp arka cebine koydu.

Cavit Bey, devlet demiryollarında geçit bekçisiydi. Kırk kırk beş yaşlarında, kumral, uzun boylu, ince bıyıklı, dalgacı, şen şakrak biriydi. İnsanlarla şakalaşırken gevrek gevrek gülerdi. Her zaman üzerindeki resmi elbisesi temiz ve ütülü, siyah iskarpin ayakkabıları boyalıydı. Üniformayı çok severdi, görevinin dışında bile hep bunu giyerdi. Gönlünce üniformalı bir işi olmasından dolayı da çok mutluydu.

Cavit Bey’in iş yeri istasyonun az ötesinde, demiryolunun caddeyle kesiştiği kavşaktaydı. Cadde, kentin en işlek yerlerinden biriydi. Bir ucu Seyrantepe’ye, diğer ucu ta İzmir-Ankara yoluna uzanıyordu. Burada görev yapmak kendisi için bulunmaz bir nimetti. Gündüz vardiyalarında günlerinin nasıl geçtiğini hiç anlamıyordu. Bekçilik yaptığı bu kulübenin önündeki caddeden, sabahtan akşama dek yüzlerce, belki de binlerce, her sınıftan ve her yaştan insan gelip geçiyordu.

Gaz ocağının üstünden camgöbeği emaye çaydanlığı hiç eksik etmezdi. Demlediği çayı gelenine gidenine ikram ederdi. Görev yaptığı ilçedeki istasyondan, günde ortalama yedi sekiz tren gelir geçerdi. Bu nedenle mesai saatlerinde boş zamanı çok olurdu… Çoğu zaman, çardaklı kulübenin önüne attığı tahta sandalyede oturur, gelip geçenleri seyrederdi. Bu arada kendisini tanıyanlara da takılmadan edemezdi. Salt bunlarla kalsa iyi… Önünden gelen geçen kerli ferli erkeklerin ve sosyete tabir ettiği bayanların arkasından da “Hoop! Bir dakika bakar mısınız?” diye seslenirdi. Arkasından ünlediği bay ve bayanlar tam dönüp bakacağı sırada hiç oralı olmaz, gözünü başka bir yere diker, göz ucuyla seslendiği kişinin arkasına bakıp bakmadığını kontrol ederdi. Sanki o davranışı yapan kendisi değilmiş havası içinde aldattığı, alaya aldığı bu insanların arkasından kıs kıs gülerdi.

Bir gün, dalga geçtiği erkeklerden biri işin farkına vardı. Cavit Bey’den şüphelendi. Gidip durumu erkek kardeşine anlattı. Kardeşi, ağabeyine yapılan bu davranış karşısında şaşırdı. Sonra aklına bir plan geldi. Bu planını ağabeyine açıkladı…

İki kardeş geçidin yan tarafındaki kahvede oturup Cavit Bey’i gözlemleyeceklerdi. Onun başkalarına da aynı şeyi yaptığını gördüklerinde, kardeşi planını uygulayacaktı. Yapılan dalga geçme işini içine sindiremeyen kardeşler, düşündükleri planı ertesi günü uygulamaya koydular. Abisi telaşla Cavit Bey’in önünden geçmeye başladı. Cavit Bey ormanda ceylan görmüş aslan gibi sevindi. Önünden geçen avının arkasından:

“Hoop! Beyefendi bir dakika bakar mısınız?” dedi.

Adam dönüp bakacağı sırada, Cavit Bey başını tam karşısındaki “İstasyon Çay Bahçesi” yazan tabelaya çevirdi. Güya dalmış, oraya bakıyordu.

Abisi dönüp bakınca, Cavit Bey’in hiç de oralı olmadığını gördü. Geri dönüp Cavit Bey’in omzuna dokundu.

“Baktık! Söyle bakalım derdini?”
Cavit Bey bilmezlikten gelerek:
“Efendim! Bir şey mi dediniz?”
“Arkamdan seslendin ya.”
“Kim, ben mi?”
“Yok! Başkası…”
“Beyefendi lütfen… Size bir şey diyen yok!”
“Nasıl yok? Az önce bakar mısınız diye bağıran sen değil miydin?”
“Hayır!”
“Nasıl hayır?”
“Beyefendi iftira atmayın. Sanki gözünüzle görmüş gibi…”
Yanında biten kardeşi:
“Gördüm lan! Gördüm! Gözümle gördüm!” der demez, Cavit Bey’in yüzüne yumrukları indirmeye başladı. Gözlüğünün camları kırıldı, dudağı patladı, burnundan kan boşaldı. Şaşkınlık içindeydi. Olan bitenden bir şey anlayamadı. Başını kollarının arasına alarak can havliyle:
“Yahu n’oluyor? Durun! Durun!” diye bağırmaya başladı. Cavit Bey’in ağzı burnu çarşamba pazarına döndü. Bu arada, bir Allah’ın kulu çıkıp müdahale etmedi nedense. Sonra iki kardeş hiçbir şey olmamış gibi çekip gittiler.

Cavit Bey kendine geldiğinde, Alaşehir çıkışlı otorayın düdüğünün sesini kesik kesik duydu. Telaşlandı. Bir an her şeyi unutup az ötesindeki karayolunu kapatacak olan geçidin kapatma kolunu hızla çevirmeye başladı. Geçit daha tam kapanmadan otoray yanından sıyırıp geçti…

***
İki gün sonra, Cavit Bey’in önünden Denizlili Sadık geçiyordu telaşla. Cavit Bey’in o saatte, orada görev yaptığından habersizdi.
Sadık orta boylu, çakır gözlü, kırk kırk beş yaşlarında, yakışıklı biriydi. Kendisine Çakır derlerdi. Cavit Bey’in arkadaşıydı. Yaz kış istasyon geçidinin bitişiğinde bulunan yazlık İnci Sineması’nın sağ köşesindeki küçük sundurmasında çerez, gazete, şambaba satardı. Beş çocuk babasıydı. Dördü erkek biri kız. İçlerinde tek okuyan kızıydı. Babası, oğullarını ilkokuldan sonra zanaata vermiş; şimdi hem meslek öğreniyorlar hem de üç beş kuruş para kazanıyorlardı. Sıkıntılı günleri gerilerde kalmıştı Sadık’ın…
Cavit Bey arkasından seslendi:
“Hoop! Bir dakika hemşerim!”
Birkaç gün önce bu davranışı yüzünden dayak yiyen sanki kendisi değildi. Atalarımız boşuna dememişler ‘can çıkar, huy çıkmaz!’ diye. Sesi hemen tanıdı Çakır. Nasıl tanımasın? Arkadaşı, yıllardır iş yerinin önünden gelen geçen insanlara böyle seslenmiyor muydu? Ama şimdi sırası değildi. Canı sıkkındı. Bugün hiç çekemezdi. Arkasına bakmadan hem gidiyor hem de “Fazla hoplama, dingili koparırsın,” diyordu.
Bu kez Cavit Bey:
“Hey! Bak biii!” dedi.
Durdu, geri döndü. Yanına geldi. Cavit Bey’i o hȃlde görünce şaşırdı.
“Hayrola? Bu hȃlin ne?” dedi.
“Biri işin farkına varınca saldırdı da…”
“Eee!”
“E’si bu.”
Çakır alaycı tavrıyla:
“E’si bu ha?”
Cavit Bey biraz bozuldu.
“Ne demek istiyorsun? İnsan bir geçmiş olsun der.”
“Ne demek istediğimi sen daha iyi anlarsın.”
“Açık konuş.”
“Beni saatçininkiyle dokumanın orada yakalayıp tefe koyunca iyi miydi?”

Dokuma dediği yer, belediye parkının duvarına bitişik mensucat fabrikasıydı. İlçenin en büyük üç fabrikasından biri olan bu tesiste yüzlerce işçi çalışıyordu. İşçilerin çoğu genç kadın ve kızlardan oluşuyordu. Özellikle de Yugoslav göçmenlerinin oluşturduğu kadın ve kızlardan… Vardiya saatlerinde fabrikanın borusu kalın kalın öterdi… İşbaşı saatinin yaklaştığı yollara dökülen bu işçilerden anlaşılırdı.
Fabrikanın sol duvarının yaslandığı park tarafı genç ve gür çam ağaçlarıyla kaplıydı. Buralar tenha olduğundan kaçamak aşklara daha uygundu. Çakır, saatçinin karısı Perihan’la burayı boşuna seçmemişti…

Cavit Bey donakaldı. Böyle bir soruyla karşılaşacağını düşünememişti.

Aynı Cavit Bey, Perihan’a Çakır’la olan ilişkisinden sonra birkaç kez asılmış, o da karşılık vermemişti. O günden beri Perihan’da gözü kalmıştı… Çakır ile Cavit’in arkadaş olduğunu biliyordu Perihan. Daha ilk buluşmalarında, Çakır’a Cavit’in kendisine sulandığını söylemişti. Bunu, kendisinin ne denli istenilen biri olduğunu anıştırmak ve kıskandırmak için yapmıştı. Sonra da cıvık biri olduğu için yüz vermediğini belirtmişti.

Çakır, kendisinden sonra Perihan’a yeşillendiği için ta o günden beri Cavit’e kızıyordu; ama belli etmiyordu. Bir kadın için de arkadaşlığını koparıp atmak istemiyordu. Şimdi arkadaşını bu şekilde görünce içinden “sen bunu çoktan hak ettin” diye geçirdi. Cavit’in yüzüne alaycı bir gülümseme ile bakarak,

“Etme bulma dünyası,” dedi. Sonra “işim acele” deyip yanından hızla ayrıldı.

Cavit Bey arkasından baktı kaldı.

Nail Uyar

Leave a Comment

İlgili İçerikler