KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Hafifçe esen rüzgâr güneş yanığı yüzümü serinletiyordu. İçimde savaş yanığına benzer hasret yaraları vardı. Bu kadar çok düşünceli ve dalgın olmam bundandı. Derin hasret ve ayrılık yaraları vardı içimde, hiç kabuk bağlamayan cinsten yaralar. Yerimden yavaşça kalkıp usulca omzuna dokunup mavi gözlerine baktım. Ayak atılmamış bitimsiz ormanlar gibiydi içi. Gözlerindeki mavi tılsıma yaklaşmaya çalışıyordum. O masum, o güzelim çocuk, gizemli bakışlarını benden çevirerek çiçeksi hüzünlerle yanımdan kalkıp yürüdü. Ben arkasından bakakaldım. Giderken orman da peşinden yürüdü sanki.
Tamam, dedim. Bu iş şimdi tamam. Kesin bulutlar toplanacak başımıza. Yağmur yağacak üstümüze. Sel alacak etrafımızı. Yine yeni güller, yine yeni gülüşler bitecek yanımızda. Göğe baktım, hazin ve kara bir dekor olmuştu bulutlar. Ben de kalktım yerimden. Metal el zilini alıp bir çocuğa verdim, “Haydi zili çal yavrum, haydi çocuklar…”
Aniden rüzgâr esip yağmur bastırdığında sırılsıklam ıslanmış, her tarafım kan ter içinde kalmıştı. Beton yığını okul binasından çıktım. “Çocuklar olmasa, çocuk gülücükleri olmasa burası ne işe yarar ki zaten,” diye söylendim içimden. Toprağı ve yüreğimi doyuruyordu, duygularımı çoğaltıyordu yavaş yavaş çiselemeye dönen yağmur.
Sabahın bu temiz ve masum vaktinde dağların ardından gökyüzü ağaçları gibi görünen bulutları seyre daldım. Taze kayısı kokusu ile birlikte hatıralarımın efsunlu kokusunu ve anam ile babamın hatırasını içime çektim. Şu köşede oturuyordu babam hep elinde evradı şerif kitabıyla. Eli nasırlı, yüreği bin bir yara ile dolu anam ise bu vakitte evinin etrafını süpürürdü her gün. Aslında her gün benim içimi temizlermiş anam, ben yeni fark ettim. Yeşil ile mavi birbirine karışıyordu. Siyah ile beyaz iç içe giriyordu. Doğru ile yanlış ayrılıyordu birbirinden. Sessizce ve usulca adım attım çocukluğumun ağaçsız kalmış kutsal bahçesine. Oraya bir kez daha girivermek öyle güzel, öyle nadir, öyle kadim bir duyguydu ki…
Özenerek ve nazikçe adım attığım bu yer, duvarları yıkık ama sınırları irili ufaklı taşlarla hâlâ belli olan şimdi kupkuru topraktan ibaret kalan babaannenim suladığı bahçeydi. Gece gündüz demez ibadet edercesine bakardı, yüreğiyle sulardı bahçeyi babaannem. Ağaçların toprağa bağlanması gibi damardan çok derinden bağlanmıştı, sevdalanmıştı bahçeye, âşık olmuş gibiydi. Çok değil, otuz yıl önce burada bulunan ağaçları gözünden sakınan, gözünde yıldız taşıdığına inandığım kıymetli babaannemin eskiden şen ve şakrak yemyeşil kokulu bahçesine girince yüreğim burkuldu, içim kanadı. Hazin bir hüzün yeriydi şimdi burası.
Gözümde canlandı o günlerden bir gün. Bütün hatıralar resmigeçide girmişlerdi sanki. O gün babaannem yine ağaçları suladıktan, sebzelerin altını çapaladıktan sonra namaza durdu, namazı uzattıkça uzattı. İşte o anı bekleyen biz üç arkadaş duvardan atlayıp bahçeye girdik, hemen ağaçlara tırmandık, kayısı ve henüz olgunlaşmamış eriklerle cebimizi doldurduk. O sırada bizi fark eden babaannem namazı bitirmeden, duaları yüksek sesle okuyarak bizi uyarmak istedi. Biz saklambaç oynarcasına ağaçtan atlayıp bahçeden çıktık. Sonra olgunlaşmamış erikleri tuzla birlikte ağzımızın suyu akarak yedik. Kendi bahçemizin güneş tadı çağlaları hâlâ damağımda duruyor. Ölünceye kadar da kalacak orada o tat. Ölünceye kadar kalacak babaannemin o sevgisi yüreğimde. Şimdilerde apansız ağaçsız kalmış babaannemin o güzel ve gizemli bahçesi. Eminim ki ağaçlar da ağlamıştır bu duruma ama ben göremedim işte.
Apansız yağmur bastırdığında düşündüm ki gökyüzü bizi unutmuyor. Kayıtsız kalmıyor sorumsuzluğumuza, hesapsız kitapsız davranışlarımıza. Yağmurunu gönderiyor kurak yüreklerimize, hasret dolu yüreklerimizi ve kurak toprakları yeniden yeşertmek için gürleyip duruyor gökten. Babaannem vefat ederken gökyüzünün neden ağladığını, onun neden gözünü bahçeye diktiğini şimdi anladım:
‘‘Bahçeye iyi bakın oğlum, susuz bırakıp kurutmayın,’’ demek istiyordu demek ki bana.
Kardeşlerim görmeden gizlice bana vermek için cebinde sakladığı elmaların, şekerlerin hâlâ cebinde olduğunu benden başka gören olmamıştı yine, tam da onun istediği gibi olmuştu. Çünkü o elmaları, şekerleri, lokumları benden başkası için saklamazdı.
Çok değil daha ölmeden bir gün önce akşam eve geldiğimde cebinden çıkardığı elmaları gizli gizli bana verip,
‘‘Oğlum kimse görmeden haydi ye bunları,’’ demişti bana.
‘‘Ah babaanne ah, beni öksüz bırakıp nereye gittin sen!’’ dedim içimden yüreğim kan ağlıyordu.
Hayattan soyutlanan köyün insansız sokakları şimdi bakımsız bir labirente dönmüştü iyice. Beton ve demirin boyunduruğu altına girince geleneklerini de unutmuş şimdi. Oysaki eskiden insanların çocukluğu böyle miydi? Derelerde, boş meydanlarda, ağaçların altında ve hatta damlarda bile özgürce oyun oynayıp ay ışığı altında şavkı parlardı, yüzünde güller açardı çocukların.
Şimdi ise doğup büyüdükleri köyde yaşadığı hayata yabancılaşmış her şey, yabancılaşmış herkes kendine, yabancılaşmış birbirine. ‘‘İlkbaharda, yazda, sonbaharda toplayıp yedikleri otların, çiçeklerin çoğunun ismini bilen yok şimdi. Köyden alınıp şehre götürülen yoğurdu, peyniri, yufka ekmeği, bulgur yapmayı, koyunu, ineği sağmayı bilmiyor şimdi yeni gelinler,’’ diyordu bana köyümün hayaleti.
Kalabalık ve ruhsuz kentlerin sokaklarına topladılar herkesi. Toptancıların toptan sebze meyve alıp halde istifleyip yığmalarına benziyordu bu anlayış. Modern köleler olarak şehirlerin hapishanelerini doldurdu sorumsuz ve ruhsuz insanlar. Topraksızlaştırılmış köleler olarak sözde özgürlüğü verip sözde rahatlığı, geçici zevk ve konforu almıştı herkes.
Epeyce hareketsiz kalıp karşımda canlandırdığım köyün gözlerine bakarken o eski günleri hayal ettim. Aniden yağmur bastırdığında içime kanatıcı bir duygu hâkim oldu, her tarafımı kan ter içinde bıraktı. Ah yaşanası değil artık bu hayat!
İsmail Okutan