KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Uyanıp kendine gelmeye çalıştığı sabahların birinde karşılaştı onunla.
Uyansa uyumak, uyusa uyanmak zorlaşıyor. İnsanların unutmak için, görmezden gelmek için yarıştığını, kayıtsızlığa umarsızca meyledip, duygusuzlaştığını… Ezcümle insanların acıdan kaçtığını görüyor. Kalbiyle baktıkça gözleri acıyor adamın… Gökyüzüne çevriliyor kalbinin yüzü, gözleri kapanmış…
“Ahireti mi bekleyeceğiz?” diye sual ediyorlar. Ya ahiretin bekledikleri! Bekleme esnasında ürpertici başka bir dünya kuruluyor da bunun farkındalığından kendi kendimizi, bu pek mühim hakikatten müstağni, müstesna görmeye icbar ediyoruz, diye düşündü. Meçhul kuyuları var nefsin karadeliklere benzeyen… Dünya nüfusunun öyle göründüğü, sayıldığı gibi milyarlarla ifade edilmesi tuhafına gidiyor. Adam kaçırıyorlar! Hayattaki tek başınalıkları hissedince vücudundan birer birer organları koparılıyormuşçasına kalbi acıyor. Gücü yettiği hâlde yanında yöresinde olup bitene bigâne kalıp yardım etmek istemeyen dirayetten ibaret zulûmâtı sezip, algıladıkça ruhu acıyor…
İnsan ne kötü bir ikna edicidir kendisinin! Kalbin acı biberi ziyadenin fevkindeymiş, ölümden ziyade imiş gibi geliyor ölümü yaşamış, tecrübe etmiş gibi. Kalbî, hayatın dinlemekten vazgeçemediği bir hüzün makamında dalıp gidiyor adam. Dinledikçe kulakları acıyor…
Ağzındaki bu tat da neyin nesi! Demir, kan ve tarif edemediği sanki necis diğer şeylerden mürekkep bi çeşni! Dün bütün bir günü hatırlamaya uğraşırken buluyor kendini. Rüyası giriyor araya. Rüya değil de daha çok kâbusu andıran gördüklerini tam olarak anımsayamıyor ama o dehşet ve rahatsızlıktan hâlâ kurtulamadığını şaşkınlıkla fark ediyor… Kopuk kopuk olsa da net olarak zihninde yoğunluğunu duyumsadığı silüetlerde aşina gelen, aralarında tanıdığı yüzlerin de bulunduğu küçük küçük grup ve topluluklar birbirlerini çekiştirip duruyorlardı gıyaben, düşmanca, hınç ve hasetle. Yokladıkça o zehir zemberek tadı dili acıyor adamın…
Sabahı sokaklarda karşılayan ve kendilerini onun çilekeş müdavimleri olarak kabullenmişlerin koşuşturmacası, mesai ritüelinin doğal bir parçasıymış da sonrasında daha telaşlı bir ayine onları hazırlıyormuş gibi mekanik bir zamanın saat dişlilerine sıkışmış diğer sahneleri sırasıyla çağırıyor. Ötesinden berisinden geçerken her gün yinelenen bir aynılık yanılsamasına itiraz eden suflör iç sesleri itinayla susturmuşlar diye zannederken, tüyleri diken diken irkiliyor… Hayır, soğuktan değil! Görünmez yaralar bu sefer onu teninden yakalayıp acıtmaya başladı… Görüntülerin benzerliği yanıltmasın! Saklıdaki tepkili atmosfer öyle değişiyor ve biriktiriyor ki, ya içeride büyük bir yıkım başlıyor yahut yansıtacak bir zavallı referans noktası arıyor…
Peki, bu gidişat nereye? Kendine gittiği bir yangın yerine yaklaştığını hissediyor adam. Bir müşkül iptilanın merkezine doğru. Sanki iyilikle kötülüğün karşılaşacağı bir buluşma noktasına davetliymiş de icabet etmek olmazsa olmazdır! Sahi, iyilikle kötülüğün kaynakları nedir, nereden gelirler? Çünkü bunu özellikle bilmek daha doğrusu sürekli anımsayarak şuurunda içselleştirmek artık elzemdir. Oldukça sinsi; saklanmakta çalmaktan fersah fersah hünerli bir düşman hırsızdan izler buluyor ya da ona öyle geliyor! Kahir ekseriyetle insanların gün boyu, ömür boyu belli şeylere, belli güdülerle nasıl odaklanması sağlanır, aynı çeşme başlarında yoğunlaştırılır buralarda yorulunca yine belli taraflara, kuşatılmış belli bölgelere yönlendirilir? Hiçbir uzman bütün farklı uzmanlık içeriklerine nasıl herhangi bir ilgi, herhangi bir merak duymaz? Hususi bir değerler silsilesidir her biri ayrı ayrı tekelleştirilmiş. Bir tekeller zinciridir her biri ayrı ayrı kapışılmış, bütününden koparılıp ayrı ayrı benlikler isnat edilmiş… Bugün neler oluyor böyle; zihni daha şimdiden acıyor, başı daha şimdiden ağrıyor…
İnsanlar arasındaki bu soğuk, yakışıksız mesafeyle ilgili; saklı bir korkuya tutulmuşlar da incinmekten, yanılmaktan ölesiye kaçınıyorlarmış izleniminden kendini alamıyor ancak hayatlarında mühim bir yoksunluk hüküm sürüyorsa o başka ve buna izin veren de yine bizzat kendileri değil mi?
Güvenlik ihtiyacı öyle şişip yayılıyor ki, had safhaya vardığında sinekten sakınırken yılanla karşılaştıklarında başka insanca ve pek doğal gereksinimlere yer bırakmıyor sanki. Uzaklık arttıkça her birimizin kendine ve içinde yaşadığı topluma yabancılığı da o nispette artmaz mı?
Aşkın bir duyguya yönelmenin peşinde adam çünkü mantığın bu tür engelleri aşacak gücü de cesareti de olgunlaşmıyor bir türlü. Dolayısıyla bir çözüm üretmesi de söz konusu değil!
Bu insanların derdi nedir diye sızlanırken bunaldığı vakitlerde sık sık yaptığı üzere göğe kaldırıyor başını, rahat huzurlu bir nefesle öylece durup dinlenmek istiyor. Çocuklara ve doğaya dikkatini yoğunlaştırıp sarf-ı nazar ettiği zamanlardaki o beklentisizliğe, karşılıksızlığa dair duyguya kapılıyor yine… Hepsinde ortak olanı arıyor; bir sevdirilmişlik ilkesi mi tanımlı kâinatta? Seven ve sevdiren insanı hayal etmek ne güzel olurdu!
Sevememek daha doğru bir ifadeyle sevmeyi bilememek mümkün mü? ‘’Hayır,’’ diyor ‘’kesinlikle hayır!’’ Tanış olmaktan, ruhunun çağrılarından, feryadından kendini nasıl yalıtabilir bir insan? Korunaklı ve konforlu zannedilen bir zindana mahkûm edip sevgi yerine ne konulabilir ki!
Bir birikmişlikten bahseder belki sevgi, itinayla, ihtimamla, büyük bir ilgi ve merakla, vazgeçmeyen bir inançtan bahseder belki… Sonra bunu paylaşmakla devam eden kimi yavaş, kimi yerinde duramayan döngüsel hareketlerden…
Kalplerde ayrılık oldukça bu mesafeler anlaşılan kapanmayacak. Kalpler, kalpleri birleştirene yönelmedikçe sevmek, zemheri ayazında nasıl filizlenip bahara erecek de meyveye duracak! Kendi idraki bozulan ve hastalanan kalp nasıl şifa bulacak?
Adam bu dünyadan değilmiş gibi uyanıp kendine gelmeyi tuhaf bir uyumsuzluk gibi algılıyor. Bazen öyle oluyor ki gündelik hayata katılmak, o akışa giriş yapabilmek, bunu alışkanlık hâline getirebilmek değil de kendi âleminde uyanık iken toplumsal olana kendini aktarabilmek için bir çeşit uykuya dalması gerekiyormuş gibi geliyor ona. İnsanları buna zorlayan görünmez bir dayatma varmış gibi…
Uyanıp kendine gelmeye çalıştığı sabahların birinde,
“İki kutu yara bandı bir lira. İki kutu yara bandı bir lira…”
İbretlik seyyar bir sergi salonu gibi dolaşıp insan manzaraları sunan başka var mıdır? Özellikle mesai saatlerine yakın vakitler yüklü ve ağır, öyle ki bu koca otobüsler bile taşıdıkları gönülsüzlüğe şaşırmadan böyle nasıl, ne kadar devam edebilir? Bu sesi ilk duyduğunda hissettiği her neyse tanıklığını sürdürme isteği uyandırdı onda. Sadece banka memuru olmadığını, unutmamak adına gayret ettiği pek çok şey için yetişip yakalamalı diye geçirdi içinden Bay Mutemet!
“Yirmi dene yara bandı bi lira. Herkesin ihtiyacı yirmi dene yara bandı bi lira.”
Kravat takmadığına aldırış etmeden ki, yirmi yıl önce olsa bu umursamazlığından kesinlikle endişelenirdi:
“İki kutu alabilir miyim? İsmini bağışlar mısın amca?”
“Memet evladım.”
“Yaş kaç Memet amca?”
“Yetmiş beş… Kırk dörtlüyüm ben.”
“Maşallah. Memleket neresi?”
“Çamlıdire. Sen nerelisin?”
“Kalecik.” başını sallayarak onayladı bu hemşeriliği.
“Bu çok oldu evladım, selpak da alıver.”
Selpağın parasını ayrıca verirken, çoktan başlayıp devam eden o hoşnutluğu kısa süreliğine de olsa pay etmişlerdi aralarında. Dua etmeye başladı Memet amca. Bay Mutemet neden olduğunu pek anlamasa da onu sadece dinlemesinin bile kendine iyi geldiğini fark etmişti. Görünürde kendisiyle ilgili öyle olağanüstü bir hâl sezilmeyen Memet amcanın iyice dikkat edildiğinde yaşına nazaran tam bir ihtiyar delikanlı olduğuna karar verdi Bay Mutemet.
“Ben her sabah namazından sonra dua ederim cümle hayır sahiplerine, sadaka virenlere, yardım idenlere…”
“Allah senden razı olsun Memet amca… Bize de dua et inşallah. Hayırlı işler… Hadi Allah’a emanet! ”
– “Allah irazı olsun.”
Sonraki günler yün takkesi, oduncu gömleği, keten pantolonu, spor ayakkabısı, üzerinden hiç eksik etmeden giydiği uzun keten avcı yeleğiyle çakır gözlü sakalsız Memet amcanın gençliğini hayretle izledi Bay Mutemet. Asil bir direniş vardı onun tavırlarında; yapaylığın tüm unsurlarına karşı insanca, fıtrattan yana saf tutmuş. Hız neredeydi, dünya telaşesi dedikleri, maişet derdi yenilerin ekmek kavgası dediği. Kavga neredeydi, hırs, gönülsüzlük, ciddiyetsizlik, kayıtsızlık, can sıkıntısı neredeydi mesela onun davranışlarında. İlerleyen yaşın, geçen yılların, zamanın rağmına dik duran bir yaşamışlık, bir sadelik, bir razılık ve kanaatkârlık, huzurlu bir hâlet-i ruhiye ve afiyet, iktisat, tam vaktindelik…
Neden yara bandı, diye düşünmeden edemiyor. Neden başka bir şey satmıyor ve söylerken selpaktan değil ille de yara bandından bahsediyor?
Ulus’un ki eski Ankaralıların yüreğinde hâlâ eskimeyen emektar merkezidir Ankara’nın, en iyi yara bandı satan adamı Memet amcadır ve her yarası olan, o soğuk Angara sabahlarında mutlaka onun sesini işiterek yarasına sürermiş gibi algı şoklaması geçirdi. Anılarını dinlemeye delice bi merakla Memet amcadan randevu almanın peşine düşmüş mutemet eskisinin yaraları, bu yara bantlarını pek sevmişe benzer.
Hacı Bayram tarafına doğru bakıyor umutla…
*
Uzunca bir süre Mehmet amcayı göremedim. Şimdi başka seyyar satıcılar geçiyor, onlar da yara bandı satıyor ama ben seslerini bi türlü duyamıyorum. Ya benim kulaklarımda, dinleyişimde noksanlık var ya da onların seslenişinde… Hâsılı Mehmet amca gidince bi şeyler eksik kaldı. Ondan aldığım yara bantlarını daha çok dört yaşındaki kızım kendisi ve oyuncakları için kullandı. Bir günde -belki de yarım gün hatta daha az bi vakitte- iyileşiveriyordu yaralar. Bunu da ballandıra ballandıra ne güzel anlatıyor canım kızım! Bazen hatırlayınca yeniden aynı yerlere –yaralara- yara bandı istediği oldu. Sonra unuttu! Zaten ne hikmetse Mehmet amcayı da kızım benden yara bandı istemeyi bıraktığından beri göremiyorum!
Dört yaşındaki kızım ve yetmiş beş yaşındaki bir ihtiyar iyileşmek konusunda ne kadar doğal, sade ve masumane davranabiliyorsa arada bi o kadar da biz ne oluyorsa, nasıl oluyorsa oluyor iyileşmeyi unutuveriyorduk. Hayata seslenmeyi hâlâ unutmamış genç ihtiyarlık ile bu seslenişleri başka benzer bir keyfiyette işitebilen cennet rayihasıyla çocukluk arasında bunaltıcı bir arafta kalmış gibiyiz…
Sizin hayata seslenebilen iyileşmeyi eskitmemiş yara bantlarınız var mı? Ben kendimi yokladığımda; Mehmet amcayı geçici bir süreliğine de olsa duyabildiğime şükredebiliyorum ancak…
Halis Tamkoç