0

Sabaha karşı ölmemiş olsaydım eğer şu saatlerde muhtemelen çamaşır asıyor olacaktım. Güneyi gören balkonumun geniş korkuluklarına tırmanan sarmaşığımın yapraklarına bakıp günden güne büyümesine tanıklık etmeye devam edecektim. Saat yediye doğru kahvaltı masasını hazırlayacak ve eşimi kaldıracaktım.  Onu işe uğurladıktan sonra ben de muhasebe bürosunun yolunu tutacaktım. Büro, evimin iki sokak ilerisinde. Geçen ay işe başladım ama şimdiden makbuz saymaktan gına geldi.  Patron yine; 

‘’Eviniz beş dakikalık yerde Mualla Hanım. Bugün de geç kaldınız?’’ diye homur homur homurdanacak ben de adamın suratını görüp kırk gün kısmetten düşecektim. 

Kahvaltıda midesine bir bardak ballı sütü indiren kocam, daireye vardığında, ceketini evde ortalığa attığı gibi değil de; sırf o kız kurusu Nuran’a sevimli gözükmek için güzelce askıya asacaktır.   Benimkisi Veznedar Nuran’la kırıştırırken, görüyor musunuz kırıştırırken mi dedim,  vah vah dilim sürçtü, çalışırken diyecektim;  Nuran’la çalışırken beni kesecektir.

‘’Nuran Hanımcığım bilsen bendeki suratsızı…  Dün akşam,  olsa da bir sütlü kahve içsem dedim. O ne dese beğenirsin.’’

‘’Ne dedi Bilal Bey?’’

‘’Benim de canım çekti. Az şekerli olsun. Cezve her zamanki yerinde’’ dedi.

‘’Yaa…’’

‘’Vallahi… Şunun şurası iki aydır işe gidiyor. Çalışıyorum diye havalarda anlayacağın. Ya ben ne yapayım? On beş yıldır çalışıp ev bakıyorum.’’

‘’Ay üzüldüğün şeye bak! Akşama bize gidelim.  Ben sana ne sütlü kahveler yaparım şekerim’’ diyecektir.

Gidecektir. Ben de Bilal’i tanıyorsam Nuran’ın evine gidecektir. Kahve bahane sohbet şahane…  Ne halleri varsa görsünler artık! İnsan şu hayatta neden bıkmıyor ki? Elbet, aşkları şişirilip de bir köşede bekleyen balon misali geçen yıllar içinde söner.   Bir bakmışsın ki birbirlerinden bıkmışlar ama şimdilik meydan Nuran’a kaldı desene. Evde kalmış kız kurusu ne olacak!

Dün gece sabaha karşı ölmeseydim eğer, bugünün akşamında kuaförüm Necla’ya uğrayacak oradan da alışverişe çıkacaktım. İyi bir mağaza var. Garip elbiseler satar. Ne zamandır gözüme kestirmiştim. Vakitsizlikten gidemiyordum. Oraya gidecek sonra da iskeleye inecektim. Limanda demirli bir yat var. Onu uzaktan izleyip hayaller kuracaktım. Balık ekmeğimi yerken türlü deniz hikâyeleri uyduracak, kimliksiz, pasaportsuz, bir yük gemisine atlayacaktım. Kaçış o kaçış olacaktı benimkisi. Nerde… Hayallerde kaldı hepsi. 

Gelelim dün akşama…   Bilal’le oturmuş televizyon seyrediyorduk.  Bilal;

 ‘’Olsa da bir sütlü kahve içsem’’ dedi.

‘’Benim de canım çekti. Az şekerli olsun. Cezve her zamanki yerinde’’ dedim.

Bozuldu bozulmasına ama kalkıp yaptı kahveleri. Ne olduysa o az şekerli kahveden sonra oldu. Uykum kaçtı. Saat ikiye geliyordu.  Kalktım. Akşamdan kalma dolmalardan bir iki tane yedim. Süte ekmek doğrayıp mideme indirdim. Üzerine de bir bardak soğuk su içtim. Balkona çıktım. Şehrin ışıklarından yıldızlar görünmüyordu. Bir ayyaş sokaktan nara ata ata geçti. Sonra rüzgâr çıktı, hava biraz serinledi. Gündüzün sıcağından eser kalmamıştı. Balkonun demir korkulukları arasında oturmaktan sıkılmıştım. Uyumak istiyordum. Kaçırdığım uykunun peşi sıra balkonda bir o tarafa bir bu tarafa kıvrılıp duruyordum. Nasıl da Bilal’a uyup kahve içmiştim. Birden, uyumanın bu kadar da zor olmayacağını düşündüm. Buzdolabında uzun süredir bekleyen uyku ilacım vardır. Hemen bir koşu mutfağa gidip ilacı içtim. İlaç, etkisini belki geç gösterir diye bir tane daha içtim.  Ancak şafağa doğru uykuya geçebildim. Minareden ezan sesi geliyordu ki, uyandım. Gecenin bir yarısı yediklerim yüzünden neredeyse altıma edecektim. Tuvalete gittim. Tam yatağıma yatacakken, uyku ilacının sersemliğinden olsa gerek, kafamı karyolanın demir başlığına çarptım. Yastığımın üzerine ‘’küt’’ diye düşüşümü hatırlıyorum, gerisi yok… Ne ışık gördüm, ne sorgu meleklerini… Gelen giden de olmadı. Cesedimin üzerinden kalkıp Bilal’in yüzüne baktım.’’Adam’’ dedim be ‘’keyif sende’’. Dalmış uykunun dibine,  horuldayarak solumakta.   Öldüğümü fark etmedi gerzek. 

Sabah olunca aydı adam. Fırladı yataktan.

‘’Kalk Mualla kalk! Uyuyup kalmışız. ‘’dedi.

Banyoya gitti. Elini yüzünü yıkadı. Her zamanki dağınıklığı yine üzerinde… Elindeki havluyu konsolun üzerine attı, pijamalarını yere… Bir taraftan giyiniyor bir taraftan da bana sesleniyordu.

Ben oralı olmayınca yatağa eğilip yüzüme baktı. Korktu. Sonra ellerini omzuma dokundurdu. Cesedimi sarsmaya başladı. Benden cevap alamayınca daha hızlı sarstı. Uzunca süre adımı seslendi. Hatta yüzüme bir de tokat yerleştirdi. İyice panik olmuştu. Bir ara ellerinin titrediğini gördüm. Hemen cep telefonuna sarıldı.

Cenaze arabası, imam falan çağıracağına tuttu ambulans çağırdı.’’ Öldüm ben! Cenaze arabası çağırsana!’’ diyorum, duymuyor. 

Az sonra ambulans geldi. Doktor içerideydi. Yatağımın başında… Stetoskopla kalbimi dinledi. Gözlerime ışık tuttu. Bilal deli gibi dövünüyor ‘’Mualla öldü! Öldü Mualla!’  diyordu. Neşeden mi kederden mi anlayamadım. Doktor, Bilal’in cin kaçmış gözlerine bakıp;

‘’Bu ölmemiş!’’ dedi.                                                          

‘’Ya!’’ dedim. ‘’Sahiden mi?’’

‘’Yaşıyor mu?’’dedi Bilal.

‘’Yaşıyor’’dedi doktor.

‘’Yahu ben öldüm be! Aha bak, dilim dışarıda. Uçuyorum sonra. Size havadan bakıyorum.   Ne diye benim için ölmemiş dersin a doktor?’’

‘’Hadi hastaneye kaldıralım’’dedi diğer sağlık görevlisi.

Sedyeye koydular beni.  Bilal de başımda ağlayıp zırlıyor. Merdivenlerden indirilirken aklıma patronum geldi. ’Mualla Hanım iyice su koyuverdi artık. Geç meç ama işe yine gelirdi. Bugün onu da yapmadı. Tümden tatil etti. Ah! Kovacağım şu kadını diye!’’veryansın ediyordur.

Onun ablak suratına oturmuş asabi haline görmek için canımı bile verirdim. Hoş kedigiller gibi dokuz canlı değilim. Bir canımı vermişken tekrar can veremem doğrusu ama kedi gibi dokuz canlı olmayı da arzu etmiyor değilim. Aman be! Düşündüğün şeye bak Mualla.  Bir kereyi bile başaramamışken dokuz kere de ölünür mü?

Serpil TUNCER

Leave a Comment

İlgili İçerikler